REŞAT NURİ ADANA’DA GRİP DARBESİNİ YEMİŞ

Reşat Nuri Güntekin’in o illetli-gripli Adana Gezisinin ilk bölümünü önceki yazımızda sunmuştuk. Bir değerli okurum “Tarih verebilir misiniz:” diye sordu. Yazarımız tarih vermiyor. Sadece, “Kânunlardan biri”, yani Aralık veya Ocak aylarından biri diye giriyor olaya. Üç bölümlük notları tekrar gözden geçirdim. Konya-Adana arası tren yolculuğu sırasında İstanbul gazetelerinde Gandi’nin açlık grevi hakkındaki haberlerden söz ediyor. Buradan hareketle, kesine yakın bir tahminle 1932 Aralık ya da 1933 Ocak diye düşündüm.
Üstadın sayfalar dolusu notlarından paragraflar alarak özet vermeye çalışalım. “Derken, gecenin birinde bende bazı uygunsuz alametler belirmeye başladı; ilk önce (Değildir inşallah… İnsanlar böyle zamanlarda vehimli olur) diye kendimi avutmaya çalıştım. Fakat biraz sonra anladım ki bu, öyle vehimle filan izah edilecek şey değil… Ateş artıyor, gönlüm bulanmaya, kulaklarım uğuldamaya, etlerim soğuk soğuk iğnelenmeye başlıyor. Hasılı, fırtına geliyor.”
Şifayı kaptığının farkına varınca eczaneden ilaçlar aldırıp ortalığı toparlarken kendine yardımcı olmaya çalışan otel hizmetlisine “Oğlum, ben sıtma aşısı yaptırdım. Belki birazcık sarsar. Sakın hasta filan sanıp kimseye haber verme. Ağzımdan olur olmaz lakırdılar çıkarsa o da ondan… Hatırını kıracak bir şey yaparsam, darılma… Yalnız, mangaldan ateşi eksik etme” diyor (…) Okumayı sürdürelim.“Bu tedbirlerden maksat hastalığı dostlara ve doktorlara duyurmamaktı. Çok şükür, medeni adamım; doktordan bana bir zarar gelmesinden korkmam. Yalnız, şu var ki, doktor işe el koyduğu gibi hastalık bir nevi resmiyet alır, eş ahbap sökün etmeye başlar. Yatakta canınla uğraşırken ziyaretçi kabul etmek, lakırdı söylemek, lakıdı dinlemek çekilir dert mi?”
(…)
“Ateş kim bilir kaçı bulmuştu. Yerde miyim, gökte miyim farkında olmuyor, sağlık zamanında olsa beni mutlaka belli başlı bir adam haline getirecek bir hayal zenginliği içinde uçuyordum. Böyle olmakla beraber yatağa girerken kendi kendime yaptığım telkini bir dakika unutmadım ve kendimi son derece iyi muhafaza ettim. Hakikaten bu ihtiyatın neticesi midir? Yoksa mikrop, doktorların dediği gibi bu illerde yıllardan beri çalışa çalışa ihtiyarlamış, işe yaramaz hale gelmiş bir mikrop muydu, bilmiyorum.İki gün içinde ateş düştü, ağrılar, sızılar hafifleri ve nekahat başladı. Böyle olduğu halde ben, gene istifimi bozmuyordum. Çünkü kulağımda kaldığına göre bu hastalığın bir huyu vardı: gidiyor gibi yaparak bir yerden insanı gözetler, hastanın ayağa kalktığını, hele sokağa çıktığını gördüğü gibi yeniden bir baskın yapar ve bu sefer yakasını güç bırakırdı. (…) Köprüde, bir deve katarının arkasından son bir iki tabut gidiyor. Bunları daha ayakta iken sokakta görürdüm. İple ortasından bağlanmış, çürük, delik deşik biçimsiz tabutlar. Arkalarında cemaat namına İstanbul’un eski bekçilerine benzeyen sopalı bir adam… İkide bir (Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun) diye bağırıyor.”
(…)
“Grip adam öldürmez diyordum amma, ölenler de benim gibi insan. Galiba ben de öleceğim. Galiba değil, muhakkak. Bir ikindi ezanından sonra beni de şu köprüden geçen tabutların arasında sıraya koyacaklar… Önde bir deve katarının çıngırakları, arkada adamın (Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun) sesi… Arkamda öyle tükenmiş bir dünya, müflis bir insanlık bırakıyorum ki, karşılığını yedi misli olarak ödemeyi vaat etmezlerse insan bir rahmet bile okumuyor. (…) Hasılı yolda hastalık, yolculuğun hiçbir başka sıkıntısına, felaketine benzemiyor.”