RÜZGAR EKEN FIRTINA BİÇER
Türkiye’de ekonomi geriye doğru hızla gidiyor.. İnsanlar burnundan soluyor.. Tam bu sırada terör belasıyla ilgili sınır ötesi operasyonlar yapılıyor.. Mermilerin, bombaların, füzelerin atıldığı bölgelerde şehitler veriliyor, insanlar ölüyor, ya da yaralanıyor..
Tam bu sırada CHP’nin Adana’daki üç Belediye Başkanı arasına giren kraldan çok kralcılar nifak sokmaya, birbirlerine düşürmeye çalışıyor..
Siz ne yapıyorsunuz Allah aşkına!..
Akif Akay şöyleymiş, Soner Çetin böyleymiş, Zeydan Karalar da bir başka türlüymüş.. Hadi ya!..
Bilmiyor muyuz, Akif Akay’a başka, Soner Çetin’e başka, Zeydan Karalar’a da başka dilden konuşup, bu üç Belediye Başkanını karşı karşıya getirip, aradan birşeyler kapma kavgası verdiğinizi!..
Ayıp yahu!.. Birilerine yaranmak için sosyal medya aracılığıyla ortalığı karıştırmak yakışıyor mu?
Sayın Karalar, Sayın Akif Akay’dan söz ederken, “Önce Akif abi” diye başlar söze.. Bu söz çok önemlidir ve saygının göstergesidir.. Birbirlerine düşmesi için körük kullanmanın ne gereği var?
Veya böyle olmasının size ne yararı var?
Gerçekten ayıp ediyor koca koca adamlar..
Beylar!.. Şu aşağıdaki olaya dikkat edin..
Genç bir kadın dolmuşa biniyor, öğrenci kartı kullanıyor.. Şoför, “Siz öğrenci misiniz?” diye soruyor.. Kadın, “Hayır kart yiğenimin” diyor kızararak.. Devam ediyor, “Bir daha binişimde üstünü veririm” yüzü kızararak ve utanarak..
Utanması gerekenler, böyle insanların yaşadığı bir ülkede kısır çekişmeler ve kişisel çıkarlar için ortalığı karıştıranlardır..
Siz neyin peşindesiniz? Üç Belediye Başkanı da dar olanaklarla, borç yükü altında hizmetin en iyisini vermeye çalışıyor, ortalığı neden bulandırıyorunuz?
Konuşanların sicili temiz olsa yine bir yerde haklılık payını vereceğiz ama değilsiniz yahu!.. Ailenizde işsiz bırakmamışsınız, şimdi başkaları için donkişotluk yapıp Belediye Başkanları arasına nifak sokuyorsunuz.. Hiç şık değil..
Bu olayları şimdilik böyle geçiştiriyoruz, ileri giderseniz ortalığı karıştıranların kimler olduğunu da, kimliğine, kişiliğine bakmadan kamuoyu önünde ve bu sütunlarda tartışırız.. Sokağa çıkamaz duruma gelmekten korkmuyorsanız, devam edin nifak tohumları ekmeye..
Ama sakın unutmayın RÜZGAR EKEN, FIRTINA BİÇER!
——————————
SARAY MI, KÜLLÜYE Mİ? (2)
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan, düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin “Yavuz!”
namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda
gören İsmail Safavi’ye gönderilecekti.
Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok,
kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri,
bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi.
Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri
sanırlardı…
Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna,
Eflak, Karaman, Belgrad, Transilvanya, Hırvatistan,
Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo,
Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası
sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu.
Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu… Kan içinde, ateş, kıyım
içinde kıvranıyordu.
Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde
Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu.
Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd’in
öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik
canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı
şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan,
yendiği Özbek padişahının kafatasıyla
şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş
bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı
vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı.
Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu
illerini ele geçirmeye kalkacaktı.
Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle’den nikahla
kızını istemişti.
Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç
için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi.
Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile
iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap
ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu’da yeni
duyuluyordu.
Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya, Yahya Paşa
kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı.
Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı…
Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler
gönderiyordu.
O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış,
Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta
şahın kardeşi İbrahim’i tutsak etmişti.
İsmail’in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son
akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle’ye
karşı olduğunu tekrarlıyordu.
İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir
elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı’yla bir tutan, hatta bütün
Doğu’da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama
kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki
kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç
bir işkenceyle öldürecekti.
Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız
duran kırmızı tuğlu kavuk,
yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
– Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim
yoldaşımdı.
Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
– Kim?
– Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu.
Sordu:
– Burada mı oturuyor?
– Evet.
– Ne iş yapıyor?
Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç
büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
– Niye?
– Bilmem ama, belki “düşüşü var” diye.
– Tuhaf…
– Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz.
Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
– Bize elçi olmaz mı?
– Bilmem.
– Bir kere kendisini görsek…
– Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
– Nasıl gelmez?
– Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur.
Şahla dilenci, gözünde birdir.
– Devletini sevmez mi?
– Sever sanırım.
– O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
– Deneyiniz efendim….
Sadrazam, o akşam kâhyasını Muhsin Çelebi’nin
Üsküdar’daki evine gönderdi.
Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka
gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli
küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin
Çelebi’nin geldiğini bildirdiler.
– Getirin buraya…. dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı,
iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının
altında iri gözleri parlıyordu.
Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan
sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi.
Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı,
altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu.
Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı.
Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa
görüyordu.
Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı.
Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
– Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
Şey…
– Buyurunuz efendim.
– Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir
hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu
kıvrık kâğıtlara bakarak içinden, “Ne biçim
adam? Acaba deli mi?” diyordu.
Ama hayır… Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek
duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük
mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi.
Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine
bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde
duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan
başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak“tı…
Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu.
İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!”
derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri
okumazdı bile… Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha
hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu
yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı”
bulunduğunu bilirdi.
İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde,
Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek
istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya
efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama insan…
(DEVAMI YARIN)