SARAY MI, KÜLLÜYE Mİ?

Muhsin Çelebi her türlü aÅŸağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuÅŸtu. Yalnız savaÅŸ zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiÄŸi gibi oturuÅŸu sadrazamı çok ÅŸaşırttı. Ama kızdırmadı:
– Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz.
Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
– Ben mi?
– Evet – Ne ilgisi var?
– Aradığımız gibi bir adwam bulamıyoruz da…
– Ben ÅŸimdiye kadar devlet memurluÄŸuna girmedim.
– Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
– Çünkü ben boyun eÄŸmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eÄŸip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aÅŸağılayıcı geçmiÅŸlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar.
Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır.
Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.
Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü.
Tuttuğu kâğıdı buruşturdu.
Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiÄŸi zamanlarda olduÄŸu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken deÄŸil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememiÅŸti. Yine “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli deÄŸilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak deÄŸil miydi?
Gözlerini daha beter süzdü. İçinden:
Åžunun başını vurdursam…” dedi.
Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı.
Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti:
İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun!
Sen de karşında yiÄŸit bir insan deÄŸil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuÅŸ bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniÅŸ bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraÅŸlı beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eÄŸri burnu… ince sarığı… tıpkı Åžehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu.

Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı.
İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı.
Tam bizim aradığımız adam iÅŸte…” dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceÄŸi hakaretlere eyvallah diyemezdi. KavuÄŸu hafifçe salladı:
– Seni Tebriz’e elçi göndereceÄŸiz.
Muhsin Çelebi sordu:
– Katınızda bu kadar niÅŸancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
– Sen Åžah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduÄŸunu biliyor musun?
– Biliyorum.
– Devletini seviyor musun?
– Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
– Pekala öyleyse… dedi, bu kötü ruhlu adam “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır.
Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceÄŸimiz elçiye yapmak ister. Ola ki iÅŸkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı’dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir.
Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin…
Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
– Ettim efendim, ama bir koÅŸulum var… dedi.
– Ne gibi.
– Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kiÅŸisel bir kazançtan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Ben maaÅŸ, makam, ücret filan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. KoÅŸulum budur!
– Ama oÄŸlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmiÅŸti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösteriÅŸli, daha ağır olmalı… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceÄŸiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı.
Sonra başını kaldırdı:
– Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteÅŸem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceÄŸim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
– … Hatta sırtıma Åžah İsmail’in ömründe görmediÄŸi ağır bir ÅŸey giyeceÄŸim.
– Ne giyeceksin?
– SırmakeÅŸ ToroÄŸlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım.
– Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oÄŸlum?
Sadrazamın ÅŸaÅŸmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incilerle iÅŸlemeli bu kaftanın Ã¼nünü İstanbul’da duymayan yoktu.
Vezirler, elçiler, padiÅŸaha armaÄŸan etmek için ToroÄŸlu’na baÅŸvurdukça, o fiyatını artırıyordu.
Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
– ÇiftliÄŸimle mandıramı ve evimi rehine vereceÄŸim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
– Geldikten sonra bu kaftan senin iÅŸine yaramaz.
Yalnız bir gösteriş aracıdır.
Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
– Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra ToroÄŸlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliÄŸimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun…
Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi’yle konuÅŸtukça sadrazamın ÅŸaÅŸkınlığı artıyordu. YüreÄŸi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuÅŸtu. Gülüyor, ağır ağır kavuÄŸunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeÄŸe alıkoymak istedi.
Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
… Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliÄŸini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı.
Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı.
Dönüşte yedi bin altına iade etmek koÅŸuluyla ToroÄŸlu’ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuÄŸunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi.
Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü.
Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösteriÅŸi, zenginliÄŸi, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Åžah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösteriÅŸle girdi. Bu küçük baÅŸkentin, süse, zenginliÄŸe, renge, süs eÅŸyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce ÅŸaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Åžah İsmail, “Pembe İnci“yi yalnız masallarda iÅŸitmiÅŸ, daha nasıl ÅŸey olduÄŸunu görmemiÅŸti.
Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı.
Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü.
Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı.
Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir ÅŸey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruÅŸunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi?
Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu.
Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
– Mektubunu verdiÄŸim büyük padiÅŸahım.
OÄŸuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padiÅŸah, hepsi hakandır. Ataları doÄŸuÅŸtan beri hükümdar olan bir padiÅŸahın elçisi, hiçbir yabancı padiÅŸah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padiÅŸahı kadar soylu bir padiÅŸah yoktur… Çünkü…
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça;
Türkçe bilmeyen ÅŸah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu… Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmiÅŸlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına ÅŸaşıyorlardı.
Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya baÅŸladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doÄŸru yürüdü. Åžah İsmail taÅŸ kesilmiÅŸti.
Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk’ün ateÅŸ bakışları altında erimiÅŸti.
Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
– Åžunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
– Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doÄŸru dönerek Åžah’ın iÅŸiteceÄŸi yüksek bir sesle:
– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum.
Sarayınızda büyük bir padiÅŸah elçisini oturtacak seccadeniz, ÅŸilteniz yok…
Hem bir Türk, yere serdiÄŸi ÅŸeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
GeçtiÄŸi yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiÄŸi zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı.
Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
– Evlatlarım! BindiÄŸiniz atları, haÅŸaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki deÄŸerli taÅŸlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
– Ediyoruz… Ediyoruz…
– Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı.
Derin bir soluk aldı. Evine uÄŸramadan, deniz kıyısına koÅŸtu. Bir kayığa atladı.
Sadrazamın konağına gitti. Mektubu Åžah’a verdiÄŸini, hiçbir hakarete uÄŸramadığını, Åžah’ın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceÄŸine son derece güveniyordu.
Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
– Ben satın almak istiyorum oÄŸlum, kaftanın burada mı? dedi.
– Hayır, getirmedim.
– Acemistan’da mı sattın?
– Hayır, satmadım.
– Çaldırdın mı?
– Hayır.
– Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu.
Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı.
Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu deÄŸildi. O akÅŸam Üsküdar’a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeÅŸ ToroÄŸlu’na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse, ünlü “Pembe İncili Kaftan“ın “Nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi.
Tebriz Sarayı’ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu.
Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı.
Elçilikten yadigâr kalan atıyla deÄŸerli taÅŸlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti.
Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı.
Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eÄŸdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiÄŸi fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boÅŸu boÅŸuna övündü… (BİTTİ)

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor