SEFER EMMİ’YE İZAH EDEMEDİM

65 yıl kadar önce bu kadar yaşlı değidim. Hatta çocuktum. Görgüm, bilgim de bu kadar değildi. Bırakın televizyonu, koca sokağımızda sadece iki radyo vardı. Burgerler duyulmamıştı. Cola yoktu, şalgam-ayran-gazos üçlüsüne arada bir limonata ile koruk şurubu katılırdı. Nişasta bazlı zehir-zıkkım şeker doğmamıştı. Nişasta bazlı kola kullanılarak gömlek yakal ve manşetlerinin düzgün durması sağlanırdı.

İlkokul birinci sınıf bitmiş, yaz tatiline girmiştik. Sokaklar, çocukların oyun ve bir bakıma eğitim alanıydı.Günün sosyal ve ekonomik yorumlarını sokakta dinler, sokakta yapardık.

Şimdi “Ayıcı” desem, meramımı kaç genç anlar, bilemem. Biz bilirdik. Ayıcı, yavru ayıları yakalayıp terbiye ederek dans etmesini, dul avrat gibi yatmasını, hamamdaki kocakarının davranışını öğreten Romene denilirdi. Ukalalığa gerek yok, Romen’i de bilmez, düpedüz Çingene derdik. Acıklı tarafını da söyleyeyim; yavru ayı kaçamayacak şeklde bağlanıp sac levha üstüne çıkarıldıktan sonra altında ateş yakılırdı. Sac ısınırken ayıcı elindeki tefi çalmaya başlar, aynı anda ayakları yanan ayı da acıdan dolayı zıplardı. Zamanla, tef sesini duyuduğu anda yine yanacağını düşünerek zıplamayı öğrenmiş olurdu. Eğitimin bundan sonrası ödülle sürdürülür, başarılı her hareketinden sonra sevdiği yiyecekten bir parça ağzına atılırdı.

O ayıcılardan biri, gün batımına doğru mesaisini bitirmiş, evine dönüyordu. Birkaç kişi durdurup gösteri istediler. Ayıcı, sanki böyle bir emri bekliyormuş gibi tef çalıp ayının etrafında dönerken  hayvan da ayağa kalkıp oynamaya(!) başladı. Dakika geçmemişti ki gösteri alanı onlarca mahalleli tarafından çevrildi. Çoluk-çocuk, kız-kızan, erkek-kadın ayı dansını izliyorduk. Seyirciler arasına her sabah Güneyden Kuzeye, her akşam Kuzeyden Güneye yürürken gördüğüm Sefer Emmi de vardı. Yan yana duruyorduk. Rahat izleyebimem için bana yer açmıştı Sefer Emmi. Birkaç kez de “Rahat mısın?” diye sormuştu.

Gösteri, ergen kızların yatış şekli, dul kadının davranışı, kocakarının hamamdaki hareketi ile sona erdi. Sefer Emmi’ye teşekkür ettim. Gülümsedi, “Ben babanı tanıyorum” dedi. Bu ani yakınlıktan cesaretle “Emmi,” dedim “Sen tasın dörtlüsünü de yapyon mu?” Sorumu anlamadı. “Hani ikilisi var, üçlüsü de var ya, dörtlüsünü de yapyon mu onun?” diye yineledim. I-ıhhh, anlamıyor. Bir süre bakıp dudaklarını birbirine bastıarak yana çekip gitti. Sonra öğrendim. Sefer tası denilen gereçleri Sefer Emmi’nin yaptığını ve ismin de ondan geldiğini sanıyordum. Meğer Sefer Emmi Belediye’de çalışıyormuş. Sefer tasları da fabrikada yapılırmış.

Çoktandır sefer tası görmüyorum. Gençler merak etmiş olabilir. Eskiden insanlarımız savaşlardan yeni çıkmış, bir bir sıkıntıyı yaşamış, açlığı-sefaleti görmüş olduğu için tasarruf önemliydi. Esnafı, memuru öğlen yiyeceğini evden taşırdı. Sefer tası, üst üste konulabilen iki veya üç yuvarlak kaptı. 15 santim kadar çapı olan küçük tencereye benzetebiliriz. Üst katında kapak olur, bunları sabitleyen kulpklu mekanizma ile rahatça taşınırdı. Tasların birinde, söz gelimi kuru fasulya varsa, diğerinde de söz misal pilav; eğer üçlüyse, tatlı, muhallebi, salata gibi “hasbi taam” taşınabilirdi. Gerektiğinde, ısıtılabilen gereçti sefer tası. Sefer Emmi’yle isim benzerliğinden başka ilgisi yoktu. Üstelik ben Sefer Emmi’nin sefer tası taşıdığını da görmüş değildim.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor