SEKİ’DEKİ O DİLBERLER ERMENİNİN KIZLARIYDI

İKİNCİ BÖLÜM
Paraysa para, malsa mal, mülkse mülk; Adana’daki Ermeni hemşerilerimiz arasında fakir-fukara yoktu. İşleri güçleri tıkırındaydı. Demir-çelik işlerinde ve zengin evi inşaatında en güvenilir ustalar Ermeniydi. Adana’daki ustaların yaptığı zenne ayakkabılar (Kadın ayakkabısı), İstanbul’un Pera’sında mücevher pahasıyla satılmaktaydı. O ayakkabı ustalarından biri de amcamdı. Diğer kalfalar her gün bir çift bitirirken amcam haftada üç çift bitiriyor, fakat diğer kalfaların haftalığından iki kat fazla ücret alıyordu.
Ezcümle, Adana Ermenileri olabileceğinden daha zengindi. Keyifleri keyif, yedikleri kadayıf, kızları alımlı ve nahifti. Bugün “Dilberler Sekisi” diye bildiğimiz alanlarda Ermenilerin bağ evleri vardı. İlkbahar sonuna doğru bağa çıkarlar, sonbahar sonuna dek burada güzel vakit geçirirlerdi. Başta ud ve keman olmak üzere çeşitli sazlar çalıp şen şakrak şarkılar söyleyen elma yanaklı, bal dudaklı Ermeni kızları, kendilerini uzaktan seyreden gençlere şuh işmarlar (kışkırtıcı işaretler) yapıp göz süzerek nisbet ederlerdi. Türkü, Ermenisi, Çerkezi, Rumu, yabancısı yerlisi, fırsatını bulan gençler sekiye varıp çalının, kayanın ardına sığınarak “Dilber” kızları, şuh kadınları izleyince de, buranın adı tee o vakitlerde Dilberler Sekisi olmuş. Oluş, o oluş… Diyeceğim o ki; Dilberler Sekisi hikâyesi bile Adana Ermenilerinin varlıkları ve rahatlıklarını anlatmaya yeter…
DIŞ GÜÇLER ÇATTI O RAHATLIK BATTI
1900’lü yıllara girilirken Osmanlı Devleti öksürüyor, hapşırıyor gibiydi. Avrupalılar bir süredir “Hasta Adam” diye nitelendiriyordu. Sultan İkinci Abdülhamit uzun süren saltanatının ikinci yarısından sonra gelenekleri göz ardı etti. Tebaaya şefkat yerine şiddet uygulamaya, zindanları aydınlarla doldurmaya, diğerlerini kandırmaya yöneldi. Huzursuzluk giderek büyüyor, pek çok aydın genç soluğu Avrupa’da alıyordu. Konumuzu yandan ilgilendirdiği için derine gitmeden yazalım; Jön Türkler (Genç Türkler) denilen bir grup, zaman içinde giderek genişleyen taban buldu. Sonunda, 24 Temmuz 1908’de, İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Yeni dönem, Devlet İdaresini Hürriyet (Özgürlük), Müsâvat (Eşitlilk), Uhuvvet (Kardeşlik) ve Adalet esaslarına bağlamıştı.
Şimdiii!.. Yeni düzeni şöyle bir tarafa koyalım. Aslında perdenin gerisinde, başını Fransız ve İngilizlerin çektiği, Rus’un da griden geriden desteklediği plânlar durmaksızın olgunlaştırılmaktaydı. Adana Bölgesi en çok da Fransızların ağzını sulandırıyor, buraya er geç sahip olmayı hayal ediyorlardı. Uzatmayalım, gizliden gizliye Ermenileri Müslümanlara karşı kışkırtmaya, özellikle de genç beyinleri yıkamaya başlamışlardı. Asırlardır yan yana, koyun koyuna, inanç farklılıklarını kanıksamıştı Adana’da yaşayan herkes. Birbirlerinin yortularını, bayramlarını kutluyor, cenazelerine katılıyorlardı. Ayrı-gayrı yok gibiydi. Aralarındaki tek fark, Ermeniler zengin, Müslümanlar ise, genel ifadeyle, fakirdi, o kadar…
Nifak belâdır. Hele kin, hele kin; belâ-yı berzaktır. Bulaştırana da, bulaşana da yazık mı yazıktır. İşte, o dış güçler, yani şimdilerde çok sözü edilen tatlı su dış güçleri değil, o zamanki azılı ve vicdansız dış güçler, bölgemizdeki etnik farklılıkları düşmanlık arenasına çekmek için kendilerince akıllı-uslu yollar açıyorlar, hedeflerine bir an önce varabilmek için de ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
GERGİN HAVALARA 1907’DE GİRİLİYOR!
Kozan’daki Manastır, aslında neredeyse bin yıldır Ermenilerin Din Merkezi, bir bakıma hac yeri sayılmaktaydı. Burada her yıl yapılan Peleseng Törenlerine tüm ahali katılırken, 1907 törenlerinde soğuk hava estirildi. Müslümanlar, hiç beklenmedik biçimde, geri plâna itiliyordu. Kozan’da başlayıp yayılan gerginliğin arkasında, “Müslümanlar sizi yok etmek üzere hazırlık yapıyor” iftiraları yatmaktaydı. Tuhaftır, Müslümanlar arasında da, “Ermeniler Adana’daki Müslümanları yok etmek üzere silahlanıyor, kendinize mukayyet olun” söylentileri yayılmaktaydı. Hava, giderek ısınmaktaydı.
YARIN: DİN ADAMI İLE GELEN CİNAYETLER