“SEVGİLİ ŞİİR”DEN GURBET AĞITLARI(*)

Bereketli Topraklar”ın çocuklarının Adanalı oluşuyla onur duyduğu, en büyük sevgili Yılmaz Güney’in mahalle ve yol arkadaşı aktör Nihat’ın öykü ve romanlarından sonra şiirlerinde gezinti yapmanın keyfini yaşamak biraz da ‘hemşehrilik ayrıcalığından’ kaynaklanan bir şey mi olsa gerek acaba…

“Sevgili Şiir”, Mersin Yolu’nda fabrikası bulunan iş adamı rahmetli Mehmet Bacaksızlar’ın (Memed Arif) zaman zaman bana ilettiği kitaplardan biri…  “Kısa Pantolonlu Sevda”, “Severim Pazartesileri” adlı öykü kitapları ile “Güneşle Damgalı”, “Menekşeli Konak” adlı romanları hakkındaki elş. denemelerimi “İnsancıl” ve “Damar” edebiyat dergilerine daha önce yazmıştım.              Nihat Ziyalan, Adana Şehir Tiyatrosu-Ankara Sanat Tiyatroları aktörü; çocukluk arkadaşı Yılmaz Güney’in isteğiyle sinemaya geçerek, 70 kadar filmde rol aldı. Yeşilçam’daki seks furyası nedeniyle Avustralya’ya göç etti. 1980 yılından beri yaşadığı Sydney’de yazdığı şiir, öykü ve romanları yayınlandı.

*Asık Yüzlünün Biri    -Şiir     (Sürek yayınları-1964)

            *Güvercin Uçuşu                   -Şiir     (Cem yayınevi-1980)

*Avustralya’dan Şiirler         -Şiir     (YAZKO yayınları-1985)        

*Kısa Pantolonlu Sevda        -Öykü  (Cem yayınevi-2001)

*Severim Pazartesileri          -Öykü  (Adam yayınları-2005)         

*Güneşle Damgalı                 -Roman          (Telos yayınları-1999)          

*Menekşeli Konak     -Roman          (Ada yayınları-2004)

Nedret’e adanan “Sevgili Şiir” gurbetçi olmanın özellikle ölümcül anlardaki zorlukları gibi gurbetçi handikabından yola çıkıp, Adana’nın folklorik tanımlı yerel sözcüklerini şiirine yerleştirirken, soyut, betimlenen imgelere uzanıyor. Bu bağlamda, şiire zılgıt çaldıran şair, Avustralya yaşamından izlenimlerle yola çıktığı şiir yolculuğunda Sdney’den İstanbul, Ankara, Antalya, Adanalı anılara uzanıyor… Orhan Kemal, Abidin Dino, Fikret Otyam, Yılmaz Güney ve Özdemir İnce gibi anısal isimlerle şiirlerini kurduğu da oluyor; toplumsal duyarlılıklı insancıllıkla Saraybosna’dan “Güneşle Damgalı”ya göndermelerle ulaştığı da.

Nihat Ziyalan,”Sevgili Şiirde” “…/gevşetiyor yakasını Paddington Market’in/…” (s.14)“beli açılmış bir gökyüzüyle”(s.17) “Glebe Point Road’ıun/sözcüklerinin dikiş tutmaz/…”(s.13)“ olduğunu söylüyor bu ara. “patileri alkole batık/bir isyan”dan (s.19) söz ediyor. “denetliyor okuma bilmeyen sözcükler/sesinin eklemlerinden geçen gökyüzü(nü)/…”(s.20) “İçinin bataklığı kıpradığında”,  “korkusu tellal”dır artık. (s.21)   “bir yerlere sığamayan uçuşu/…/kavislenir çocukluğuna” (s.22) “ayakkabısı kabaralı gençliğinin…” (s.29) makas alır yanağından/…”(s.34), “bende cambazlık nanay” (s.45) “kemiklerim haşat”(s.46) dese de “sesime parlak çeker/…”(s.34).

Gurbetçinin puslu gökyüzündeki kara delikleri gibidir… “lehim tutmayan delikleri” (s.48) gibidir… Bir gün uçağın altında gitme korkusu, hele olanaksızlıklar insanı yer bitirir.

KARDEŞİM KEMAL

yıllar önce/benim küçüğüm Mehmet’i/yeni kesilmiş ağaç kokusu içinde/aşırmıştım Toroslardan//bu kez/Mehmet’in küçüğü/yürek vurgunu Sdney’de/sanki okyanus dalgalandı içimde/biliyorum/aşıramam Kemal’imi çocukluk diyarına/arada okyanus var/su yutarım/çırpındıkçabir oğlu Amerika’da/Almanya’da kızkardeşim/o da haber salsın Adana’ya/biliyorum/gömme törenine gelemezler/okyanus/dalgalanıyor/umulmadık zamanda gurbetin sedyesine/ellerimle yıkadım kardeşimi/öptüm alnından/çocukluğumuzu öperce dileğimdir tanrım/ölüm karşısında bile/küslüklerden vazgeçmeyen insanlara/bana gösterdiğin acıyı/gösterme (s.73)

“dınn”(s.30), “aboov”(s.30), “düüt”(s.31), “lü lü lü”(s.31), “yallah” (s.32), “cıv cıv vurur” (s.32), “cızırdıyor” (s.32) , “tastamam” (s.53), “çöplendim” (s.64) gibi yerel bağlantılı da olan sözcüklerlerle, “kulak asmadı” (s.33) gibi bir deyimle “yılların kasası(s.62) gibi bir imgeye ek olarak, zamanın taze sağılmış bir süte benzetilmesi (s.53) dikkat çeker. “sesinin yankı avlusuna oturdum/…”(s.48) diyen şair, bu kez de  “aşklarım uzatsa da/alamam gençliğin şemsiyesini”(s.48) vurgusunu yaparken, “…/alaman Pınarı’nda çatlamış karpuz gülüşleri/çekirdeğimi ayır diyor insana”(s.34) sözünü Toroslar’a getirirken, diğer yandan da Konyaaltı’ndaki rüyasına son vermenin hesabını yapar: “çanını arama molası veren tramvay/nasıl uyandırsın/Konyaaltı’nda uyuyakalmış gençliğimi”(s.54)

MAYALAMA

            babamın şalgam fıçılarının başında

            üç gencecik               

            elimizde kulplu taslar

fıçıların şişmanlığı ipince yapmış duruşumuzu

 ***                                                                                                              

gecenin ayazı

şalgam suyunu keskinleştirirken     

tasların kalayı yüzümüze vurmuş

***     

zihnimiz hayret içinde

fıçılardaki mayalanmayı dinliyoruz

konuşacak oluyor Özdemir  

şışt diyor Yılmaz        

***                                                                                                                                        hayallerimizde          

seveceğimiz kızların endamı

***                                                                                                                                        mayalanmayı dinliyoruz (s.56)                    

           

            Nihat Ziyalan

“Şavkar Altınel, Deniz Günal, Mehmet Bacaksızlar, “Adam Öykü”, “Adam Sanat”, “Varlık” (DOST-s.69) gibi dostane vurgular taşıyan dizelerden sonra “Ülker-Özdemir İnce’ye yazdığı “Seyrederken” adlı şiirinde tutar kendini, anıların içine gömülürken: “kelimden kayan karga gölgeleri/içine düştükçe/dalgalanıyor evimin havuzu/yazdığım romandaki hayal de düşse/taşar mı acaba”(s.72)

“Uzaklaşamadığım” adlı şiiriyle “aynı sokağa/elli yıl sonra döndüğünde/tanımadı kimse” diyen Ziyalan; ”Tosbağa Niyazi’nin kızını da (s.75) bir türlü unutamaz.

ellili yıllar Ankara’da/Ulus Gazetesi’nin önü/kaldırımda kükreyerek gülen Fikret Otyam/karşısında sırım gibi konuşan biri/güldükçe Harrabn tozuyor üstünden/beriki saçını koruyor/havalandırarak parmaklarıyla”(Karşı Yarımküre) Adana kokan dizelerle sürdürür diyeceklerini.

Orhan kemal de vardı o gün

soracaktım ona         

fötr şapkası başında mıydı (s.62)

Melbourne’enin gizil yüzünü görür gurbetçi… İşte, gurbetçilik, “Sydney’de Bir Şair”in gurbetçiliği tıpkı, “saksıda bir yaşam olduğunu unutmuş/kök salmaya/toprak arıyorum” (s.9) dizelerindeki gibidir “Glebe Poınt Road” da, “Glebe evlerinde” dolaşmak gibidir ki de; “yalnızlık köşe bucak saklanarak gezdirilir/içki şişelerinde/çığlıklarda/tütünlerde tüttürülerek//kavaklar soluklanır/soluklandıkça/şarkı olur yolun iki yanına/dolaşır şarkı/kocamış Glebe evlerini//…”(s.13) Sonra o; açmaya durmuş bir çiçektir Paddington Market/sapı elden ele dolaşan/diyarsın kendinde/gülüşlerin arasından fırlayan/kuşların kanat çırpmasını”(s.14) beklediğin o yer “…/somurur acelesini marketçilerin/…: “Paddıngton Market”in, “Oxford Street’in yolları arşınlanır yalnızlıklar voltasında: ”cumartesilerin kravatsız zamanı /gevşetir yakasını Paddington market’in/gevşetir gecenin ışımayı bekleyen yanını/boğulmaktan kurtulanın ilk soluk alması vurur/Oxford Street’e.”(s.14) Ölmek bir şey değildir gurbetçi için, “öldüğüne yanmaz” gurbetçi, “”torunlarının büyüdüğünü görememeye yanar”(s.15)

*ALMANYA GURBETİ

 Günter Wallraf’ın “En Alttakiler”(*) adlı kitabını okuduğumda çok heyecanlanmıştım. Tarih seksenli yılları gösteriyordu… Afrikalı açlar için çırpınan Beb Geldof’un yanındaki saygın yere hemen Geldof’u da koymuştum. Ve ona, gurbetçi yaşanmışlığının katılımı hızlandırdığı ironi çarpıntısı bir tabiiyetin etkisindeki öykülerini gurbetçiliğiyle yazan pek önemli yazarımız Fakir Baykurt’un o güzelim öykülerini de eklemiştim çok öncesindeki romanlarının ardından. Sonra, sonra… Cumhuriyet Gazetesi yazarı Hikmet Çetinkaya’nın gurbet ve gurbetçi gözlemlerinden oldukça sıcak ve hüzünlü öyküler çıkardığı “Gözlerin Poyraz”(**) adlı kitabını okumuştum doksanlı yılların sonunda. Ve sonra… Adını bir çırpıda anımsayamayacağım bazı yazarlarımızın bazı kitapları… Dahası… Hamburg’da, Berlin’de, Stutgart’taki Türk lokantalarının vitrinlerine bir kez olsun daha götürüp, yarım kalan gurbetçiliğimin üzerine adeta tuz biber serpen “Mardin-Münih Hattı” olmuştu ki, o da, yazarlığımın yol ağzına güzel bir “Yeni Adana” tabelası diken zarif bir onursal çağrı olmuştu…

Şimdi o yüzdendir ki, bu gurbet konusu oldukça etkileşim taşır bende… Hepsi iç içe giren bir savaşımdan anlık bir geri çekilme süreci gibi bir şey…  Sonrasında da hep var… Yazınsal anlamda hep bir yazılmamış mektuplar da durur bir yerde… Ne zaman ne olacağı da hiç belli olmaz ama geriyi toparlayıp gelme sevdasının yüzgeçlerini ağırlaştıran bir yakın zaman uğraşı sonra…

Gurbetçilik de bambaşka bir şey ki, adı anımsandıkça ilk anda Almanya’yı gündeme getiren… Düşünebiliyor musunuz?… Daha 1945’lerde, Versailles Antlaşması’yla 1. Dünya Savaşı’ndan psikolojisi bozuk bir toplum olarak çıkan Alman’ların ezikliğini, sanata ve sanatına kadar taşıdığı  “üstün ırk”  saçmalığı ile kronik bir şovenistliğe dönüştürerek dünyanın başına belâ olan Hitler ile gidermeye çalışmasının sonucundadır ki; Rusya’nın Orta Asya’lı Türk birliklerine kurtarıcı olarak sarılan Berlin/Almanya, 1960’ların başında da, bu kez Rus korkusuyla, Türkleri “Adana Köprübaşı”yla davul zurna çalarak karşılama tekerrürüne düşmemiş midir Berlin’in Alexsander Meydanı’nda.

İş, aş, geçim güzel de… Giden insanlar permeperişan olmuşlardır Almanlardan devir aldıkları toplumsal eziklikle adeta. Ne yazık ki bizim Alman rüyâsı gören kardeşlerimiz için Münih şunun şurası olsa da her şey Sirkeci’deki kara trene binip gitmek de değildir Almanya denince…  O yıllarda bire 6-7 veren Alman Mark’lı cömert çocuk paralarının, imrenilecek sosyo/ekonomik yaşamın, savaştan çıkalı 10-15 yıl kadar olsa da cazibesi bambaşka bir şeydir ama dil, kültür, eğitim farklılıkları vardır… Koca bir toplumu kültür dilimleri arasında farklı bir yere taşıyorsunuz…. Birkaç yıl kalıp dönme düşüncesine dayanan Gastarbeiterliklerde de (misafir işçi) “evdeki hesap çarşıya uymadığı” gibi, kuşaklar boyu dönüşüm gösteren çeşitli sorunlarla dolu uyum büyük bir problemdir sonuçta… Hepsi hepsi ya, süper markete giden bir Türk işçisinin en son çare olarak, yumurta istediğini anlatabilmek için tavuk gibi gıdıklamaya başlamasını anlatıp, bir de Yüksel Özkasap’ın o nostaljik hüznünden “Soğan ekmek yiyelim dön gel Zeyneb’im” türküsünü dinletirsek başka hiç bir şeye gerek kalmaz herhalde.,

Bugün biz Türklerin Almanya’ya resmen göçünün üzerinden 60-65 yıl kadar bir süre geçmiştir sonuçta… Sadece Almanya’da bugün 50-60 bini aşkın Türk girişimci vardır. Alman siyasetinde, sporunda, eğitiminde 2. ve 3. kuşaklar önemli bir yer tutmuşlardır. İlk zamanlarda Türkiye’ye dönme ve Mark’ın kat kat vermesi, o yıllarda işçi dövizi olarak Türkiye’ye önemli girdiler sağlasa da,  zaman içinde gitgide bozulmuştur… Çocuklar büyüdükçe “iki arada bir derede” kalan yurttaşlarımızın büyük bir çoğunluğu Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmışlardır. Hatta öyle ki… Ülkesine dönüş yapan bir bölüm yurttaşlarımız burada iş kuramama, yatırımda başarısız olma ve çocuklarının uyumsuzluğu gibi nedenlerle yeniden Almanya’ya dönmüşlerdir.

*GURBETÇİLİK…

Ağıt aboneliğine soyunan gurbetçiler biliriz… Öylesi vardır ki zorunlu kapağı atmıştır oraya. Eski yaşamının gölgesinde büyüyen yeni bir dünya kurmuşlardır kendilerine. Uzun yıllardan sonra dönmüş, ya da, hiç dönmemiştir. Öylesi, 5-10 yıldır görmediği memleketine gelme niyetiyle yola çıkıp, İstanbul’dan geri dönmüştür. Bunlar tabii ki, hani eski tabirle kişinin haletiruhiyesiyle ilgili şeylerdir biraz da. Ama sonuçta, çeşitli nedenlerle yabancılaşmanın pençesindeki umarsız bir yaşamın çırpınışları olsa gerek.

Gurbetçinin en büyük korkusundan biri de, uçağın altında, yani bagaj kısmında dönüş yapmaktır ki Türkiye’ye, bu ölümcül bir son yolculuk olarak bilinir. Onda da, cenaze masrafını karşılayamayanın vay hâline. Böyle bir dramatik bir şey olsa gerek gurbetçilik. Yaşam, gurbet, ceset derken aklıma Ceset Memed geldi… Ona da bir parantez açayım sırası gelmişken…

Ceset  Memed isimli, tiyatrosal gösteri yanı ağır basan arkadaşım vardı gurbetçiliğimde… Altı yüz Mark’a aldığı Audi ile batan firmanın giysilerini satmıştık son dönemde Hamburg, Segeberg dolaylarında.  Karadenizli Ceset Memed, gittiğimiz Türk heimlerinde (lojman)  biraz da gırgır olsun diye kadın etekliklerini üzerine giyip, “batan firmanın malı bunlar…” gibisinden seslenerek uygulamalı satış yapardı. Ceset Memed’in bu reklamı karşısında, zaten esnaf tarafımız biraz zayıf olan biz katıla katıla gülerdik müşterilerle birlikte. Dediklerine göre, Cesed Memed şimdi çok ciddi olmuş.

Biraz da yeri olsa gerek…

Yılmaz Güney’in arkadaşı aktör Nihat Ziyalan’ı anımsarsınız… Tiyatrocudur, sinemada onlarca filme imza atan “kötü adamdır!…” Ama şiirlerin, öykülerin, romanların iyi adamıdır… “Güneşle Damgalı” da sanırız Avustralya gurbetçiliğinin ilk romanıdır. İşte o iyi adamın geçenlerde okuduğum “Sevgili Şiiri” etkileşimini sürdürdüğü bir “aboov”u bol otobiyoğrafi de gibidir. Neye niyet, neye kısmet olsa da, biraz ondan söz edelim istedik…

“…/Sırtladım babamın kokusunu/taşıdım nereye”(s.30) diyen Ziyalan’ın vardığı Sydney’de “Saksıda bir yaşam olduğunu unutup/kök salmaya/toprak arayan”(s.9) ozan kimliğiyle, gurbetçi yaşamına farklı bakış açıları getiren bir gözlemle karşımıza çıkarken; “babasının fıçılarının başındaki üç gencecik adamdan” biri olarak anılara “… parlak çeken”(s.34) bir özlemin tutkusuyla dönüp bakar Yılmaz Güney ve Özdemir İnce’li Adana günlerine:

zihnimiz hayret içinde

fıçılardaki mayalanmayı dinliyoruz

konuşacak oluyor Özdemir

şışt diyor Yılmaz(s.56) 

İşte öyle… Biraz gurbet, biraz şiir, biraz Adana..

Nihat Ziyalan’a açılan gurbetçi parantezini, “yalnızlığın yelpazesiyle/tabanlarını yelliyen/bağların kralı Mafasığmaz”dan (s.57) Nihat abi … selamıyla kaparken, dönelim yine o gurbetçi kabusuna… Anımsayalım uçağın üstünde yurduna dönmek isteyen adamı… Gurbetçinin elini kolunu bağlayan mesafelere, umarsızlığa yenik düşüşünü, boyun büküşünü biraz da görsellikle izlerken, insana ders veren yanını da düşünelim gurbetçi şiirin:

Bir baskı hatası olarak, kitapta ”Sevgili” (s.49-s.70) şiiri 2 kez yer almıştır.

*(En Alttakiler/Milliyet Yayınları/7. baskı-Temmuz 1986/262 sayfa/1100.-TL)

*(Gözlerin Poyraz/Cumhuriyet Kitapları/Ekim 1999/328 sayfa)              

*(Mehmet Balıkel/kendi yayını/2008/398 sayfa)  

*(Sevgili Şiir/Şiir/Nihat Ziyalan/Yapı Kredi Yayınları/Ocak /2007/82 sayfa)

 

 

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor