SEYHAN NEHRİNDEKİ DENİZ KIZLARINDAN KAHKAHALAR
Yemin-billah ederek iddia ediyor, arada elindeki kadehi sallayarak “Şu nimete kör bakyım” ya da “Kör olyum…” diyerek gördüğü deniz kızlarını anlatıyordu. Önce inanmamış nehirdekinin deniz kızı olduğuna; ama defalarca şuh kahkahalar atılınca dört-göz kesilip incelemiş, geç akşam karanlığında. Sarhoş ta değilmiş. Yarım şişeyi geçmemişmiş.
60 yıldan fazla olmuştur… Dayım, Havutlubucağı köyüne, kirve yemeğine davetliymiş. Giderken beni de aldı. Hoş-beşle geçen bahçe gezisi nehir kenarında kurulmuş masalarda son buldu. Üst üste konulmuş iki sıra tuğladan üretilmiş iğreti fakat işlevsel ocağa şişler atıldı. Bakındım, tikeden başka yiyecek yok. O zamanlar kuşbaşı sözcüğü Adana’ya henüz uğramamıştı. “Tike” sözcüğü tüm gücüyle varlığını sürdürüyordu. Kıyma olmadıkça et yiyemediğim için hafif tertip burukluk içimi kaplamışken çözüm kendiliğinden geldi. Güler yüzlü genç kızın getirdiği yoğurt derdimin dermanıydı.
DENİZ KIZLARINI GÖRMÜŞMÜŞ
Bana ayran, büyüklere boğma ikmali dur-durak bilmeden sürerken, tam karşımda oturan üç beş dakikada bir başını “Evet, evet” dercesine sallayıp duruyordu. Saçı, kaşları, bıyğı siyahtan daha kara, sık ve parlaktı. O vakitler “Karadon” dediğimiz şalvarı da kıllarının rengine uygundu. Mongol dedikleri sarı ipek miltanı (Mintanı öğrenmemiştik) vardı. Sağ elinin yüzük parmağındaki altın elli gram filan gelirdi. Kaçıncı boğma sürahisi boşaldı bilmiyorum ama diller peltekleşmeye, göz kapakları kızarıp şişmeye başlamıştı. Laflar laflara karışırken saçı-kaşı-bıyığı çok siyah adama kim sor duysa, o ana kadar ağzını sadece lokma ve yudum için açıp tek kelime etmemişken, başladı yukarıdaki sözcükleri gürül gürül dökmeye…
Rahmetli dayım muzipti. Garip sorularla konuşturdukça konuşturuyor, arada bir sorusuna ya da aldığı cevaba kendi de dayanamayıp kahkahayı patlatıyordu. “Sarışın mıydı?.. Saçları uzun muydu?.. Yanakları al-al mıydı?.. Kuyruğu ne kadar genişti?” gibi soruların her birine aynı cevap geliyordu; “Karanlık çökmüştü, net göremedim ki!..” Dayım sürdürüyordu sorularını: “Nerden aşağısı balıktı?.. Memeleri sutyenli miydi?.. Aralarında erkek yok muydu?..” Ağzım açık dinliyor, tekrar tekrar da olsa tek kelime kaçırmadan kavramaya çalışıyordum. Adam, deniz kızından değil, deniz kızlarından ve şuh kahkahalarından bahsediyordu… Bir süre sonra masadakilerden ikisi ya da üçü, kendilerinin değil de yakınlarının gördüğü deniz kızı ile yankılanan kahkahalardan bahsetmeye başlamazlar mı, ne düşüneceğimi, nasl değerlendireceğimi bilemeden nehri bakışlarımla taramaya başladım.
İŞİN SIRRI
Geç vakit evdeci denilen baş görevli çağrıldı. John Deer marka yeşil traktör hazırlandı. Eve geldiğimizde dayım içki duvarını azıcık aştığı için çabucak uyudu. Ertesi sabah da geç kalktı. Çıkmak üzereyken önüne geçip sordum: dayı nedir bu deniz kızları, sen ne diyorsun? Rahmetli kocaman hahkha attıktan sonra anlattı. Yıllar önce dedem, arkadaşı ünlü şair Arif Nihat Asya ile aynı yerde verilen ziyafete katıldıklarında aynı yaratıkları görüp kahkahalarını işitmişler. Bir yanda, Erkek Lisesi Edebiyat Öğretmeni Koca Şair Arif Nihat, diğer tarafta Fransızca, Farsça, Arapça bilen dava vekili dedem var. Köylünün “Vallaha deniz kızı geldi yine!” demeleri üzerine dikkat kesilmişler. Onlar da muziplik olsun diye iddi aları kabul etmiş gibi yapmışlar. Aslında, o kızların kıyıya veya adacıklara çıkan Akdeniz fokları olduğunu hemen anlamışlar. Fok kahkaha atmaz tabii. Onlar da, sürüler halinde gezen yunus balıklarının kahkahaya benzer çığlıklarıymış.
60 yıl öncesine kadar fokların da yunusların da Seyhan deltasında cirit attıklarını biliyoruz artık. Birkaç yıl önce koruma altına alınacak kadar azaldıklarını duymuştum. Umarım, gerçekten korunmuşlardır..