TAK-TAKA-TUKA-TAK-TAK! PARLATALIM AYNAYA BAK
Sadece Türkiye değil, dünyann bir çok yerinden büyük ilgi ile izlenen İmamoğlu-Yıldırım ekran buluşması başlamadan önce yazımı geçmek zorundaydım. Tuşlara dokunurken hangisinin hangi renge boyanacağını merak ediyorum.
Boya dedik de, o eski ayakkabı boyacıları geliverdi aklıma. Özellikle de “Sandık” denilen tezgahları her zaman gözlerimin önündedir. Boyacınınki sıradan sandıklara benzemez. Her zaman pırıl pırıl pirinç köşebentlerden çerçeveler içindeki nefis resimler bakmaya doyulmayan cinsindendi. Kare kesitli boya şişeleri de yine ayna gibi parlayan, hatta altını andıran kapaklarla, sağda ve solda mini birer anfi görünüşündeydi. İçerideki sıra alçak, sonrakiler de yükselerek dizilmiş olurdu. Kısacası, bu sandıklar daha uzaktan “Gel de ayakkabını boyat” der gibiydi. Bundan fazlasını fotoğrafla anlatmış olalım.
Diyelim ki düşüncelisiniz veya herhangi bir nedenle görmeden geçiyorsunuz. Bu kez de ayakkabı fırçasıyla çıkarılan tak-tak-taka-tuka-tak-tak sesi ister istemez baktırırdı. Sandığın iki yanına asılı fırçalar boya rengine göre kullanılır, örneğin siyahın fırçası asla kahverengi ile kullanılmazdı. Üstelik her rengin iki fırçası olurdu ki, parlatma sırasında fırçanın biri uzaklaşırken diğeri yaklaşırdı.
Şimdikiler nasıl, hiç bilmiyorum; o yıllarda cilaların tamamı, (ya da ben öyle biliyorum), Fenerli – Nuri Leflef markalıydı. Yuvarlak, yassı metal kutularda olurdu. Kapakta, daire içinde “Alamet-i farika” olarak çizilmiş deniz feneri vardı. Ben o çocuk aklımla “Alamet-i farika” ifadesini “İmalat-ı fabrika”, yani “Fabrikada yapılmıştır, merdvven altı ürün değildir” anlamında algılardım. Meğer ki, “Ayırd edici işaret” demekmiş.
Her ayakkabıcının sürekli müşterileri olurdu. Bunlar torpilliydi. İki-üç defada bir sabunla doyurulmuş sakal fırçası yardımıyla papuç bir güzel temizlenip kurutulduktan sonra boyanırdı. Gelenekselleşmiş işllem, toz fırçasından sonra boya uygulamakla başlardı. Bunun için de, başı ezilerek dümdüz edilmiş çay kaşığıyla alınan boya sayaya konulduktan sonra süngerle yedire yedire dağıtılırdı. O yıllarda sunisi henüz bilinmediği için sadece doğal sünger kullanılırdı. İkincisi boyanırken birinci papuç kurumuş olur ve fırçalanarak azıcık parlatılır, ardından iki parmağa sarılı bezle cila sürülürdü. Her ikisi cilalandıktan sonra fırçalanarak parlatılır, üstüne de kadife çekilirdi. Torpillilerin ayakkabısı iki kez cilalandığı gibi pençe ve topuk yanları da ispirtoda eritilmiş reçine ile adamakıllı parlatılırdı.
Beyaz boya, üstübeç denilen tozun sulandırılmasıyla yapılır, deriye diş fırçasıyla sürülürdü. Bir beyaz iki renkli işlerde önce renk uygulanır, ardından beyaza geçilirdi ki, ak tarafı kirli göstermesin.
Çorapların korunması için ayakla ayakkabı arasına ya iskambil kağıdı, yahut da manda boynuzundan yapılmış ince levhacıklar yerleştirilirdi.
Otel ve kahvehane önlerindekiler dışında boyacıların toplu olduğu yerler de olurdu. Mesela Eskiistasyon yanında, Küçüksaatte, Dörtyolda ve parklarda böyle gruplar eksik olmazdı.