TAM DA BU GÜNLER YAYLA İLE BAĞ ZAMANI SAYILIRDI

Yüzlerce yıl önce Adana’yı anlatan gezginler şöyle dursun, Evliya Çelebi Emmimiz de Adana yazlarına dokunmuş. Hepsi birden, “Yazları çok sıcak olduğu için Adanalılar serin yaylalara gider. Şehirde sadece bekçiler kalır” anlamında yazmışlar. Hangisinin iddiasıydı anımsamıyorum; güya ki Ramazanoğlu Beyleri de Vilâyet Merkezini Kızıldağ Yaylasına taşırken mahkûmları da beraberlerinde götürürmüş.

MEKTEP DURUMU

Zamanımızda, ilkokuldan ortaokul ikinci sınıfa dek 19 Mayıs’tan sonraki ilk Cumartesi yaz tatiline girilirdi. Sadece ilk-orta ve lise son sınıf öğrencileri için ayrıca bütün derslerden bitirme sınavları olduğu için mezuniyet adayları 15 gün kadar sonra tatile girebilirdi. Yine o yıllarda, yazıda-yabana çocukların aileye yardımcı olması için köy ilkokulu 15 gün geç açılır, 15 gün erken tatile girerdi.

27 Mayıs İhtilâlini yapanlar, bu günü bayram ilan edince, tatile giriş gecikti ve 27 Mayıs sonrasındaki Cumartesine kaydı. Böylece de, yaylaya, bağa, dağa gidişler Haziran başına denk gelir oldu.

DEVE KERVANIYLA

Bundan 80-90 yıl öncesine dek yayla yolları yola benzemez, üstünde kamyon yürümezdi. Yaylacı taifesi kendi aralarında sözleşir, üç-dört aile bir araya gelerek devecilerle anlaşırdı. Deve deyince orada zınk diye duracaksınız. Mübarek hayvan dağı-taşı tınmaz, acıkmaz, susamaz ve yükten bıkmaz arazi gemisi diyebileceğimiz mahlûk. Mahfesine, yani deveye yakışır kocaman semer ve heybelerine yükler atılır, iki yanındaki üstü açık tahta sandıklara da insanlar kurulurdu.

Gündüzün güneşi yakıcıdır. Yola genel olarak akşam çıkılır, sabaha karşı çimli-çeşmeli, ağacı gölgeli bir yerde mola verilir, hazırlanmış çıkınlar açılarak kahvaltı yapıldıktan sonra da önce çocuklar,, sonra da büyükler uykuya dalardı.

ERTESİ ŞAFAKTA

İkinci akşam tekrar yola koyulurken artık ceket giymek, battaniyeye sarılmak zorunlu olurdu. Yine bütün gece yol aldıktan sonra, sabaha karşı, yaylanın konumuna göre, şafaktan hemen önce veya şafak vaktinde yayla gelinirdi. Ve işte o gün, en azından 3 ay süreyle kesintisiz yayla sefası başlamış olurdu.

BAĞIMIZ VARDI

Şimdiki Barkal Dolmuş Durağının yaklaşık 50 metre kadar güneyinde başlardı bağımızın sınırı. İki katlı ahşap bağ evimize “Çardak” diyorduk. Önünde ayrıca genişçe bir sofa vardı. Çardağımızın üç yanı çiçeklerle çevrili oturum dediğimiz alanın bir yanındaydı. Önünde, 6 metreye çakıldığı için suyu serin ve nitelikli sayılan tulumba mağrur duruşuyla yükselmekteydi. Oturumun ortasındaki yaşlı erkek dut ağacımızın bedeni kocamandı. Mükemmel gölgesi vardı.

Bağa çıktığımız zaman, önceden ekilmiş domates, biber, mısır, firik nohut, soğan, sarımsak, acebek (börülce) artık ürün vermeye başlamış veya çiçeklenmiş olurdu. Haziranın son haftasında da, artık ilâç için olsun bulamadığımız Adana Karası üzümlerimiz olgunlaşırdı. Basık, iri, sarımsı şam cinsi incir favorimdi. Yanında bardacık ve kara incir de vardı. Meyve ağaçlarımız içinde en çok sevdiğim dut ağacıydı. Sopayla dokunabildiğim dalı sarsınca yere düşen dutları üfleyerek tozundan temizleyip yerdim. Galiba o yıllarda ya dutlar ya da toprak antiseptik işlem görmüştü ki, mikrop-virüs saldırısına uğrayıp hiç ölmedim.

Gecelerimiz, sineğe karşı cibinlik altında geçerdi. Büyüklerimizin “Onlar zengin” dediği uzak komşumuzun pil bataryası ile çalışan radyosundan gelen türküleri biz de dinlerdik.

Vallahi o günleri anımsayınca duygu yoğunluğu bastırdı, dahasını yazamayacağım.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor