‘TIRPANİ’Yİ ANLATMADAN SÜMERBANK ANLATILMAZ

Sene, 1870’lerden bir sene… Bakmışlar ki Adana’da bir yadırgı (yabancı) adam. Kafada eski-püskü bir şapka; yarıldı, yarılacak. Ayağında yırtık kundura. Beline sardığı kuşakta da keser. Sormuşlar, “Nereden geliyorsun, neyin nesi, kimin fesisin, kimsin, kimlerdensin?” Cevaplamış: “Sakız’lıyım, Yunan pasaportlu bir Rum’um demiş. Sormayı sürdürmüşler, “Adın ne?” Cevaplamış, “Tırpani…” Üstü başı hırpani, adı da Tırpani olunca, Hırpani Tırpani çabucak tanınmış.

O yıllarda Rum hemşerilerimiz Kuruköprü ve çevresinde oturuyor. Şimdiki Etnoğrafya Müzemiz de, o vakitler Rum Kilisesi. Rumlar, soydaşları Tırpani’ye kucak açmışlar. Hele hele Ermenilerin tekelinde gibi sayılan demircilik ve marangozlukta iyi bir usta olduğunu öğrenince el üstünde tutmaya karar vermişler. Kilise marifetiyle yardım çağrısı yapılmış. Tırpani’ye birkaç gün içinde keseyi dolduracak kadar kaime (Kağıt para) ve altun falan ulaştırılmış.

BİR GERÇEK USTA

Bazı bir kimselerin kendini usta ilan etmesi, kendi bileceği iştir. Önemli olan ustalığın başkaları tarafından takdir edilmesidir aslında. İşte, Tırpani de gerçek ustalardan biri olduğunu kısa zamanda koymuş ortaya. Sağladığı maddi olanakla birkaç gün içinde, istiflemiş kerestenin hasından, yığmış demirleri, temizlemiş pasından…

Tırpani hammadde ve gereçleri yığıp son eksikleri de tamamladıktan sonra girişmiş işe. Çaylı Bahçe denilen yere su değirmeni kurmuş. İki mavralı, büyücek değirmen. Çaylı Bahçe’nin günümüz Dilberler Sekisi’nin karşı kıyısında bir yer olması muhtemel. Çok geçmemiş, o mübarek sellerden biri sel gelip zincirini koparmış tesisini ve alıp götürmüş. Tırpani, esaslı bir yatırımı sele kaptırmasına rağmen moralini bozmamış. Alay edenlere de, gülerek, “Vire sabrin suya kasti mi? Gör bakalim Tırpani neler yapazak!” şeklinde cevap vermiş bir süre. Bu arada gönül kaptırıp evlenivermiş. Bir yandan ev, bir yandan da kerpiç-toprak demirci ocağı kurmuş. Demir işinde o kadar başarılı olmuş ki, kim ne isterse, Tırpani alâsını yapıp teslim ediyormuş…

Eh, maharet bu; Tırpani, yarım kuruşluk işe bir lira falan alıyormuş ama, helâl de ettiriyormuş işinin niteliği ile.

Usta, kısa sürede iyi bir dünyalık sahibi olurken, Adana’ya beş parasız geldiği günlerdeki durumunu asla unutmamış; din-mezhep ayırmaksızın muhtaçları gözetmiş ve hiç kimsen gururunu zerre kadar incitmeden yapmış iyiliğini. Allah, “Yürü ya kulum!” demiş ya bir kere; Tırpani de yürümüş. Binası ve ocağı kerpiçten bir mini fabrikayı Ağce Kahya (Akça Kahya) mahallesine bitişik geniş bir araziye kurmuş. Ağce Kahya ne yana düşer, şimdilik malum değil. Pamuk çırçırlayan ve aynı zamanda un da üreten bu mini fabrika para basarken Tırpani 3 oğlunu Avrupa’ya gönderip eğitmiş. Her bir oğlu, beş parmağında beşerden onar marifet sahibi olup dönmüşler Adana’ya… Bu kez daha önce günde 6 kilo lif veren makineleri Amerika’dan getirdiği 48 kilo kapasitelileriyle değiştirmiş. Bütün bu gelişmeler olurken, Tırpani de kerpiçten yaptığı ufak-tefek fabrikadan Allah’ın inayetiyle, Adana’nın bereketiyle dünyaları kaldırıyormuş.

YARIN: SÜMERBANK’A ADIM ADIM

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Spor