UÇAĞIMIN DÜŞMEDİĞİNE ANNEM ÇOK ZOR İNANDI
1964 senesi… Lise biter bitmez İncirlik Üssüne iş için başvurdum. İngilizcede okulun en iyilerindenim. Sınava çağırdıkları gün Piyeks’de satış memuru yaptılar.
O zaman bizde hiç süpermarket yok. İçeri girer girmez afalladım… Kocaman, yüksek tavanlı, ışıl ışıl,tertemiz mağaza. Her şey raflarda. İhtiyacını sen seçip alıyorsun. Tartı yok, sayma yok. Kasa dedikleri kocaman hesap makinesi. Etiketteki fiyatı ard arda basıyor görevli, toplam düğmesine vurunca da, tutarı okuyor ekrandan… Kalem yok, kağıt yok, “elde var üç” falan demek de yok. Sigaradan yiyeceğe, reçetesiz ilaçtan vidaya çiviye, çamaşır tozundan şampuan, kısaca ihtiyaç duyulabilecek çeşit çeşit ürün vardı. İngilizcem için en iyi fırsat elime geçmişti. Birkaç ay içinde, kelime haznem kat be kat artmış, telaffuzum iyice ilerlemiş, göze girmiştim.
Oto mağazasına bakan abi gelmediği zaman beni gönderirlerdi. Dili yetersizmiş, İzmir’deki seminere de benim katılmam uygun görülmüş. Şans işte, tam da fuar zamanı… Elime uçak biletini tutuştururken yüklüce yolluk da verdiler. Uçağa giderken arkamda dost akraba esaslı kalabalık vardı. Ailemizden ve çevremizden ilk kez biri uçağa binecekti. O zaman anarşi-manarşi yok. Yolcu yakınları uçağın kapısına kadar gelebiliyordu. Tam binerken yengem yolluk yiyecek paketini verdi. İzmir Köftesi ve kızarmış patates. Gizlice çöp variline kaydırıverdim.
İki pervaneli, ya 35, ya da 39 kişilik Dakota ile Ankara’ya geldik. İkram mükemmeldi. İki saat kadar bekledikten sonra İzmir için çağırdılar. İndiğimizde güneş batmıştı. NATO tabelalı araçla karşılayan görevli otele bırakırken sabah on’da NATO Karargahına gelmemi söyledi.
Odaya çıkar çıkmaz Adana’yı “Yıldırım” yazdırdım. Annemin telaşlandığını biliyordum. Çabuk bağladılar. Babam açtı. Daha “Alo” derken, “Dur oğlum, deli ananı vereyim, gittiğinden beri ağlıyor” dedi. Salise geçmeden annem seslendi, “Sen misin oğlum?” Ağlıyordu, “Benim anne, İzmir’deyim” dedim. Korkuya kapılmıştı, “Uçak düşmedi mi inşallah?” diye sordu. “Hayır anne, düşmedi!..” dedikçe tekrar tekrar ve yemin ettirerek sordu uçağın düşüp düşmediğini. Kendini kaybetmiş gibiydi. Bir kez daha “Doğru söyle!..” diye üsteleyince “Vallaha billaha düşmedi, düşseydi seninle konuşabilir miydim?” dedim de, rahatladı rahmetli.
NATO Karargahı ne kadar mesafededir bilmediğimden, sabah erken hazırlandım. Otelin karşısında duran1956 Chevrolet, yeşil-beyaz taksiye binerken “NATO Karargahı lütfen” dedim. İyi ki erken kakmışım. Git git bitmiyor yol. İzmirin her yanını gezdikten sonra taksi durdu. Ücret 20 Liraydı. Fazla ama, helal ettim, 20 liraya bütün İzmir’i köşe-bucak görebilmiştim. Bazı yerlerden birkaç kez mi geçtim, yoksa birbirine benzer yerler miydi diye düşündüğüm anlar da olmuştu gerçi.
Seminerden akşam üstü çıktık. Yürümek istedim. Bina deniz kenarındaydı ve oraya Kordon dediklerini biliyordum. Bir sağa baktım, bir de sola… Sol tarafı görmüş gibiydim. Kitaplarındaki fotoğrafını hatırladığımı düşündüm önce… A-Aaaa!.. Tabelaya bakın!.. Yahu bizim otel bu!.. NATO Karargahının hemen yanı başında. Ufak bir şok geçirdim. Taksici aldatmıştı. Düşündüm; haklıydı. En fazla otuz adımlık yer için taksiye binersen elbette yabancı olduğunu şakkadanak anlamıştır adam, bu biiiir!… İkincisi, daha ne isterdim ki; 20 kağıda bütün İzmir’i gezip görmüştüm işte!..
Sordum; fuar çok uzak değilmiş. Yürüye yürüye gittim.