ARABACI, VUR KIRBACIII!..

“Sokakta oyun mu olur?” diyorsanız, bahse gireriz ki ya gençsiniz, ya da Adana’yı sonradan görmüşsünüz. Çünkü, 50-55 yıl öncesine dek sokaklarımızı çocuklar için son derece emniyetli ve eğlenceliydi. Zaten koskoca Adana’daki özel araba sayısı ne idi ki? Tek, tek, sahipleri ve markalarıyla sayabilirdi meraklıları… İnsan taşımacılığı, ana cadde vasıtası olan topu topu 15 ya 20 otobüslerle, özeli ise faytonlarla yapılırdı. Çoğunluk bisikleti yeğ tutardı. Eşya taşımacılığı ise, eğer hacim kurtarıyorsa, eşek sırtında, olmadı at arabasında gerçekleşirdi. Bunların insanlara zarar verme olasılığı pek azdı.

Büyüklerimizin “kerrüse” dedikleri fayton, Seton Lloyds isimli bir İngiliz araştırmacısına göre Adana icadıymş. Romalılar tarafından yapılmış ilk kez ve daha çok kırmızı boyalı olduğu için de “kızıl araba” anlamında, “Karrosa” derlermiş. Kırmızı ağaç da, olsa olsa bizim son asırda keçilere yedire yedire neredeyse bitirdiğimiz katran, yani sedir. Çünkü bunun yaşlıları demir gibi sağlam ve çok güzel cilâ tutabiliyor. Renk olarak ta, özellikle cilâyı yedikten sonra, kızıl denilecek tona sahip. Karrosa, zamanla kerrüse olup dilimize yerleşmişken, Fiat’ın yaptığı Murat 124’lerin yaygınlaşmasıyla birlikte, adıyla da yok oldu, sanıyla da..

Faytonun bizdeki derin anısı, çocukluğumuzdaki “Asılma” eğlencesiydi. Allah korusun, bu, Orozdibak meydanındaki darağacı gösterisi değil, arabaya asılmaktan ibaretti.  Arka tekerleklerin bağlandığı dingili dövme demirden olurdu. Bunun şöyle kırk-elli santim kadar üstünde, bir de takviye demir veya ahşap sırık vardı ki, arabacıya gözükmeden koşar, bu üst sırığa tutunarak dingile oturup aklımızın “yeter” dediği yere kadar giderdik.

Bir de istem dışı inmek vardı ki, bunu gammaz çocuklar gerçekleştirirdi. Hiç üstüne vazife değilken, asılmış birini gördüğünde avazı çıktığı kadar ve kürdilihicazkar makamındaki özel bestesiyle bağırırdı:

“Arabacııı, vur kırbacıııı!.. Vuramazsan, kerhanacııı!..”

Faytoncu da, doğru mu-eğri mi diye düşünmeden uzun kırbacı arkaya doğru öyle bir şaklatırdı ki, mübareğin ucu gelir gelir tam da gözümüze otururdu.

İlk asılışımızdı… Bir süre gittikten sonra inmeye karar verince kendimizi yere bıraktık. Sen misin bırakan; araba hızını almışken öyle inilmezmiş; el, bir süre daha sırıkta kalacak ve birkaç saniye araba hızında koşulup denge kontrol edilecek. Bunu yapmadığımız için yere kapaklanıp birkaç metre de dizleri sıyıra sıyıra kaydık.   Nasıl bir ağrı ama, tahammülü mümkün değil; gelgelelim, sokakta çocukların arasında erkekliğe yoğurt dökülmeyeceğinden dayanıyoruz. Eve giremiyoruz, çünkü “Ne oldu dizlerine?” sorusuna verecek cevabımız yok. Tek yapabildiğimiz, her çocuğun mutlaka yaptığı gibi, ağızda ıslattığımız parmak ucu ile yarayı temizlemek…

Bir saat kadar sonra dizlerimizin çevresi de kızarıp gerilmeye başladı. Ne yaparız, ne ederiz derken, her zamanki gibi, dayaksız-azarsız hanelerden birine, yani iki halamızın paylaştığı avluya yetiştik. Biri “Kurban olduğum!” diye koştu, diğeri de “Gadasını aldığım!..” diye nur içinde yatasıca halalarım. Çok geçmedi, yaralar temizlendi, bağ zamanı koparılıp zeytinyağında bekletilmiş kantaron sürüldü. Önümüze de bir tabak çökelek salatası ile ham incir reçeli getirildi…

Bir şey daha yapıldı o gün; anneme, halamlarda olduğum bildirildi. Böylece, asılmayı öğrendiğimiz günü az zararla tamamlamış olduk

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor