ASFALT ERİTİP KUMRULARI DÜŞÜREN SICAKLAR VARDI

Ne sıcaklar görmüşüz biz, ne sıcaklar… O sıcaklarla zor rekabet ederdi ocaklar. Mum gibi erirdi yola serili asfaltlar. Yapışıp kalırdı kadın ayakkabısındaki topuklar.Kırk beş ne ki, kırk altıyı da gördük, kırk yediyi de. Havada uçan kumru, bir de bakmışız ki, yerde.

Klimalar o zaman henüz akılda yoktu. Her sokakta, her yerde buzcu bayiler çoktu. Vantilatör lüks araç, zenginlerde varsa var. Kartondan yelpazeyle bastırılırdı sıcaklar…

Lakin şurası gerçek, hiç böyle bunalmazdık. “Görülmemiş sıcak bu” derdik de, aldırmazdık. Çünkü güzel yıllarda, yoktu yüksek binalar… İstisnasız her evde olurdu yeşil avlular. Babağannuşla mutlaka koruk ekşisi giderdi. Her avludaki asmaya, çokları “dölle” derdi. Bir yanda asil turunç, bu yanda kutsal zeytin. Gölgeye ihtiyacı kalmazdı ki milletin.

Hele tenekelerden fışkıran yerli çiçekler. Üstünde uçuşurdu rengarenk kelebekler. Zambak, karanfil, puştoğlan ve biraz da kasımpatı. Huzur verirdi bunlar, hem süslerdi hayatı. Avluların bir yanı, ev olurdu, iki katlı.Duvarlar kapkalındı, dar taka çift kanatlı. O eski duvarlardan sıcak-soğuk girmezdi. Güneş delense bile, içeri işlemezdi. Avluyu gölgelerdi, çeşit çeşit ağaçlar. Suyumuz kesilmezdi, cömertti tulumbalar. Çektikçe serinlerdi tulumbadan gelen su. Kana kana içerdik, hoşlanırdık doğrusu.

Avlumuzun bir yanında sarı gülümüz vardı. Nisandan tee Kasıma dek, dolu dolu açardı. Kısa saplıydı ama, misler gibi kokardı. Gözü takılan kişi, dönüp tekrar bakardı. O kadar büyüktü ki, haymaya yayılmıştı. Hatta hayma az gelmiş, turunca kol atmıştı. Gülün altında sohbet, dünyalara bedeldi. Komşu Sabiha teyze, iki üç kez gelirdi. Sarı gülün altında derdini unuturmuş. Çok yorgun olsa bile burada güç bulurmuş.

Şimdi ne kalın duvar, ne güzelim avlu var. Her noktada yükselmiş, canavar gibi binalar. O binalar ki emer, güneşin ısısını. Sonra da geri kusar ısının yarısını. Rüzgara da yol vermez, bunaltır inadına. Hayatı zindan eder, erkeğe hem kadına. Bizim geniş avlular, bir balkona dönüşmüş. Ağaç-çiçek hak getire, bazen hayal, bazen de birer düşmüş. Klimanın sıcağı, sokakları haşlıyor. Egzos deyip geçmeyin, ciğerleri taşlıyor.

Klima iyi icat, içeriyi soğutuyor. Bazen hasta etse de, azıcık avutuyor. Buz gibi bir odadan dışarıya çıkınca. İnsan şoka uğruyor, sıcak dalga çarpınca. En sağlam vücut bile, çöküp pelteleşiyor. Bezgin, üzgün, hareketsiz, sanki can çekişiyor. 

Meyve-sebze yetişmiş sade yapay gübreyle. Şekil şemail iyi de, bu ne biçim tad byle. Ne lezözet lezzet, ne de kokular koku. İnsan doğrarken bile sarıyor habis korku. Öyle ya; yetişirken türlü zahir atılmış. Belki Ölçüsü kaçmış, fazlaca abartılmış. Yıkadıkça geçer mi, nasıl emin olmalı? En iyisi bir kez de, bol sirkeyle ovmalı.

Bodiçlerde buz olur,  parça parça kırılmış. Nenem tas tas içerdi, ne yapsın, içi yanmış. Kola diye bildiğimiz, içit değil nişastaydı. Yakayı ve manşeti, tahta gibi tutardı. Asma şurubu, limonata, ayran ve de kaç türlü şerbet. Misafire ikramdı, başka şey beklenmezdi helbet.

Hasılı, eskiden de güneş yine yakardı. Alnımızdan, ensemizden, yine terler akardı. Lakin şimdiki gibi, bunalımı bilmezdik. “Böyle sıcak olmadı” deyip de üzülmezdik.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor