BAĞ YILLARINDAN ESER DEĞİL, BAĞ BİLE YOK Kİ!

Cemrenin ne olduğunu soramayacak kadar küçük, küçücük olduğumuz yıllarda bile, yaz öncesi bağa gidişlerden çok hoşlanırdık. Yağmursuz hafta sonlarında, babaannemiz, amcamız, yengemiz ve biz, naylon arabaya eşyalarımızla sığışıp giderdik bağa. Adana bağları, yazlık mekanımızdı. Üzümle birlikte elma, incir, kayısı, erik gibi meyve türleri vardı ve ayrıca mısır, acebek, fasulya, domates, biber, salatalık gibi sebzeler için de ağaçsız alanlarımız olurdu.

Adana’nın belli başlı bağ semtleri vardı. En tanınmışı Mahfesığmaz’dı. Sağlı sollu, bağlarla doluydu. Hemen batısındaki Kurttepe Yolu da, yine aynı şekilde, adeta Allah tarafından bağcılara tahsisliydi.

Üçüncüsü de, Tarsus Yolu üzeri, yani, şimdiki Turhan Cemal Beriker Bulvarının Şakirpaşa’sından başlayıp, sağlı-sollu yayılan bağları.

Dördüncü bağ semtimiz, Kireçocağı, beşincisi de, Zincirlibağlar’dı ki, bugün Real, bu semtin ortasındadır ve o zamanki yaygın ismi, Zincirlibağlar değil de, Cenzirlibağlar idi. Adanaca’da, “zincir” de, “cenzir” de aynı anlama gelirdi. Örneğin büyüklerimizin çoğu, paletli traktöre “Cenzirli” demeyi yeğ tutar, buna karşın köstekli saatinkine, tereddütsüz “zincir” derdi.

Bizim iki imkanımız vardı; halamların bağı Mehfesığmaz Sekizinci Duraktaydı.. Sülalenin geçmişinden kalma bağımız da, Barkal Durağının arkasında büyükçe bir parseldi. “İkinci Keli” sapağından gidilirdi.

“KELİ” DEMİŞKEN

Adana Ovası’nın ilginç kelileri vardı. Çatalkeli, Büyükkeli, Küçükkeli, Oba Kelisi, Birinci Keli, İkinci Keli, Şambayadı Kelisi, uzun Keli ve diğerleri…Her keli, kendine özgü ürünü ile ünlenmişti. Örneğin bizim İkinci Keli topraklarında yetişen nohut, bamya ve Adana Karası üzümün lezzetini hiçbir toprakta bulamazdınız. Şambayadı kelileri de hıyarları ile meşhurdu. Buradaki salatalıklar, “Kalemi yeşil şam göğü bunlar!” diye satılırdı.

Keliyi benzetme ile anlatalım; şöyle bir buçuk kilometre uzunluğunda, yarısından çoğu yerin altına batmış kavisli bir boynuz ya da sivri ucuna doğru alçalan yarım hilal düşünün. Bunlar, selin getirdiği çökeltilerle oluşmuş ve yıllar boyu yerini değiştirmemiş yer yüzü arızaları. Sel suları, keli kavisi boyunca akarken, taşıdığı çeşitli humus ve mineralleri de bırakıyor ya, seylap ertesi mükemmel bir mil tabakası oluşurdu. Her keli sel suyunu genelde belli alanlardan aldığı için de, gelip çökelen malzeme bu nedenle hep aynı özelliği taşırdı. Tabii bir kelinin toprak özellikleri diğerlerinden farklı olurdu.

Büyüklerimiz daha bağa girerken eski-püskülerini  giyerek işe girişirlerdi. Pederin ilk işi ise, bir şişe suyu kullanarak tulumbayı çalıştırmak olurdu ki, bunun için önce gizlenmiş kol ve pistonun bulunup yerleştirilmesi şarttı. Sonradan, yukarıdan dökülen su ile şişirilip hava kaçırmaz hale gelen köseleli süpap, derinlerdeki suyu yukarı çekerdi. Bu arada kadınların birinci görevi kahvaltı sofrasını hazırlamaktı. Bağ evleri daha çok tahtadan yapılmış, çoğu kez iki katlı basit yapılardı ve mecbur kalınmadıkça içeriye girilmezdi. Bu nedenle de, sofra, genelde savana serilmiş özel sofra bezleri üzerinde kurulurdu.

Tulum peyniri, helva, soğan kabuğu ile kaynatıldığı için kabuğu kahverengileşmiş yumurta ve bol yeşillik, kahvaltımızın esasını oluşturur ve hazırlanınca eshab-ı mesalih gelip bağdaş kurarak nevaleye girişirdi. Yeşillikler genelde bağ ürünü olduğu için daha bir kokulu ve lezzetli gelirdi bize. Eğer varsa, kimin gözü takılmışsa, sırf bizim hatırımıza ebegümeci toplanırdı.

Ufukta, diğer bağların kayısı, incir, dut, nar, badem, erik ve sair ağaçları ile göz alabildiğine boşluk görülürdü. Nedendir bir türlü çözebilmiş değiliz, bağda yemek yenirken hepimizin de gözü kısılırdı. Buna defalarca dikkat ettik te, yıllar yılı kimseye “nedendir” diye sormadık.

Artık bağcılık yapan yok; zaten bağ da yok!..

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor