CEMRELER DÜŞERKEN BAĞDA İŞE BAŞLARDIK

Cemrelerin tamamlanması ile birlikte başlardı bağ mevsimi…

Bağımız, şimdiki Barkal Durağı’nın hemen Güeybatısındaydı. Atadan-öteden kaldığı için, babaannemle birlikte iki amcam ve halalarımdan birine aitti.

Zamanında açılmış ve üç-beş bağ sahibinin ortak kullandığı eski bir kuyu, sanki hatıra olarak öyle durup duruyordu yol üstünde. Ara sıra, sepet içinde sarkıtılan karpuzların soğutulmasında kullanılırdı, o kadar… Suyu, biz ve komşular, artık asri(*) sayılabilecek tulumbayla  sağlıyorduk…

Bağ evimiz iki katlı çardaktı. . Salma-dilme karkas üzerine çakılmış enli katran tahtaları duvarları oluşturuyordu. O yılların katranına şimdilerde “sedir” diyorlar; tahminlerin ötesinde uzun ömürlü bir kerestedir.

Bir göz alt ve bir göz üst oda ile genişçe bir sofadan ibaretti çardağımız. Çatı, oluklu sacla örtülüydü. O yıllarda oluklu saca “Çinko” denilirdi. …

Bir de taht vardı; sultan tahtı gibi değildi tabii…Dört kavak gövdesi üzerine çatılmış, etrafı korkuluklu, olsa olsa iki metre yüksekliğinde bir müstakil sofa. Dört köşesindeki mertekler, cibinliklerin bağlanması için çakılmıştı.

SOĞANLA BAŞLARDIK

Cemre sonrası, yağmursuz ilk Pazar günü, büyük küçük bir naylona doluşurduk. Tekeri(**) olanlar, araba yerine bu öz-idişimli araçla, gelmeyi yeğ tutardı…

Beraberimizde mutlaka, ama mutlaka şişe veya cerre(***) içinde birkaç litre suyu tulumba için getirmek zorundaydık.. Sota yere saklanmış olan tulumba kolu ve buna bağlı piston çıkarılıp takıldıktan sonra, pistonun köselesini ıslatıp şişirmek ve böylece boruya hava kaçmasını önleyebilmek için gerekliydi. Üstten yavaş su dökülürken, bir yandan da kısa iniş çıkışlarla kol hareket ettirilir ve bir-iki dakika sonra da kendine özgü ve frekansı düşük öksürük-aksırık benzeri seslerin ardına bol miktarda su gelirdi… Gene de, su birkaç dakika daha çekilip boşa akıtılırdı ki, hem kösele iyice ıslansın, hem de, boru ile tulumbadaki olası pislikler temizlenmiş olsun…

 Şubat ziyaretlerinde öncelikle toprağın bellenmesi, üzüm tevekleri ile bazı ağaçların budanması yanında, kıska ekimi yapılırdı… Bizim zamanımızda kıskayı bilmeyen tek bir kul olmazdı; şimdilerde ise çok. Bu nedenle azıcık anlatalım…Soğan, iki yıllık bir bitkidir. Mini-minnacık tohumları ilk yıl küçücük soğanların üretilmesini sağlar. İkinci yıl, kıska dediğimiz bu bebek soğanlar yeniden ekilir ve bildiğimiz ergin soğan yetişir… Sonraki  ziyaretlerde, kıskalar yeşil soğan haline gelmiş olduğundan, yeteri kadarı çekilip temizlenirdi. Bağa giderken salamura ve tulum peynir ile helva mutlaka götürülürdü. Kendi değer yargılarıma göre kendimle bahse girerim ki; tahin helvası, asla ve kat’a, hiç bir yerde, bağda-dağda yenildiğindeki gibi lezzetli olamaz…

Peynir de öyle; yeşil soğan yaprağı eşliğinde, peynirin dürüm halini bağda denemiş olanlar, sırf bu yüzden belki de iki yıl fazla yaşayabilirler. Bugün, farz-ı muhal, 75 yaşında ölen bir Adanalı, gerçekte ömrünü 73 iken tamamlamış sayılabilir. İki yıl, bağda yediği taze yeşil soğanlı peynir dürümlerimin hediyesidir… Acı soğana iki yıl verdik; şipşirin helvaya ne kadar verileceğini varın siz hesaplayıverin artık…

Bağ zamanından kalma bir notumuz daha var; onu da diyelim ki, bizden sonraki nesil yakın geçmişi daha iyi değerlendirebilsin… Bağımız, sonraları adı “E-5” olan yola pek yakındı. Bağda iken onbeş dakikada, yarım saatte bir, uzaklardan, çoook uzaklardan bir hafif ses gelir ve bu ses, dakikalar içinde uğultu halini alırdı… Birkaç dakika daha geçince, uğultunun bir motorlu araca ait olduğunu kavrar ve hepimiz yola bakarak geçen aracı ilgi ile izlerdik… Motorlu araç o kadar azdı ki, Asya-Avrupa arasındaki bu yoldan bile saatte dört veya beş araç ancak geçerdi. Ne araç, ne makine olmayınca da, bugün idrak edemeyeceğimiz biçimde, uzak mesafedekilerin konuşması bile duyulurdu.

Çok güzeldi o bağ günlerimiz çoook!..

(*) Asri: asır koşullarına uygun, çağdaş

(**) Teker: bisiklet

(***) Cerre: su testisi

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor