ÇOK LÜKS RESTORANDA BELEŞ YEMEK FORMÜLÜ

Sene 1975. Pertol İhraç Eden Ülkelerin zenginlikten aklını oynattığı dönemlerden. Öyle ki, adamlar kirlenen gömleği atıyor, yeni gömlek giyiyorlar. “Vur atlasın, çal oynasın” kapsamındaki yaşam ve ihtişam zirvelerde.

 Bağdat’ın Dicle’ye paralel ve en sosyetik caddesinde, merdivenlerle inilen mekan, görünüş itibariyle mağara. Kırmızı ve mavi lambacıklarla karanlıktan azıcık daha aydınlık. Lokantaymış. Floş dokuma beyaz örtüler parlamasa, masaları göremeyeceğiz.  Abduladem Hasan El-Qazzaz’ın davetlisiyim. O yıllarda Türkiyenin en büyük ve en çok ihracat yapan Ceytaş İplik Fabrikasının pazarlama müdürüydüm; Irak temsilcimiz de El-Qazzaz. Genç, iyi eğitim görmüş, köklü aile çocuğu. “Burası ilk anda çok karanlık gibi gelir ama az sonra gözlerin alışacaktır” demeseydi, ruhum kararacaktı.

Parlak beyaz gömlek üstüne rengini çıkaramadığım koyu yelekli garsonlardan biri İngilizce buyur edip önümüze düşmese, yolumuzu bulamayacağız. Oturduk. Garson, yine İngilizce konuşarak siparişimizi aldı. Tam soracaktım, El-Qazzaz, “Değer verdiğim yabancı konuklarımı buraya getiririm. Bizimle İngilizce konuşmasının neden bu” dedi. Göz kürelerimdeki oto-aydınlatma hücreleri çalışınca, gerçekten mağara havası verilmiş kocaman mekandaki masaların dolu olduğunu fark ettim. Havada, pahalı parfüm kokusu da fark edilmeyecek gibi değildi. Müşterilerin neredeyse yarısı moda dergilerinden fırlamış alımlı ve pırlantalı kadınlardı.

Şefin önerdiği meze tabağını bitirip ana yemeğin yarısına geldiğimizde, “Şırraaak!..” diye karanlıkta yankılanan tokat sesinin hemen ardından feryat figan ağlayıp sızlanan kadın sesi üzerine bir anda nefesler tutuldu. Ben dahil, herkes donmuş gibiydi. Bizler donup kalmışken enine boyuna yapılı bir adam masaların arasından sakin adımlarla merdivenlere yöneldi. Buzu çözülen iyiliksever birkaç erkek feryat düzeyi giderek yükselen kadına yaklaşarak ne olup bittiğini öğrenmeye çalıştılar. Kadın canhıraş bağırışlar içinde “Beni öldürecek, öldürecek beni. Ne olur kurtarın. Bir taksiye atın kaçayım!..” gibi ifadelerle yalvarıyordu yardıma koşanlara. Birileri acele dışarıya fırlayıp adamı yakalamaya çalıştıysa da bulamadılar. Herif sırra kadem basmıştı. Yardımsever erkekler genç mağdureyi kolundan, budundan,belinden kavrayıp caddeye çıkardılar. Taksiye bindirip göndermişler.

Olayın yorumsal dedikodusu birkaç dakika sürdükten sonra herkes tatlısına, meyvesine döndü. Lokanta yeniden sessizliğe bürüdü. Çatal-bıçak seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Bu kez de bir erkek feryadı patladı. Tıknaz, tarama özürlü bir adam “Anam ağladı, anam ağladı, ben nasıl yuttum bu oyunu?” diyerek adeta dövünüyordu. Lokantanın sahibiymiş. Arapçam sağdan soldan gelen sözleri kavrayabilecek düzeye erişmemişti henüz. Qazzaz konuşulanların özünü anlattı.

Aslında tokat falan yoktu. Adam, yaradana sığınıp eliyle şaplağı patlattığı anda kadın bağırmaya, yardım istemeye başlamıştı. O şaşkınlıktan yararlanan iri-yarı arkadaşı sakin sakin çıkıp gitmiş, kadın da “ölümden kaçabilmek” için iyiliksever erkeklerin yardımıyla taksiye atmıştı kendini. Neden sonra lokanta sahibi masa hesabının açıkta kaldığını fark edince oyunu anlamış ve bu kez gerçek feryatlarla ortaya düşmüştü. Anlayacağınız, genç çift, lokantadaki en pahalı ürünlerle beslendikten sonra para-pul vermeden çıkıp gitmek için böyle bir oyun düzenlemişti.

Lüks restoranda bulaşık yıkamaya mecbur kalmadan beleş yemenin formülünü anlattım. Gerisi size kalmış.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor