HEDİK ZAMANINDAYIZ
Aile kuş nöbetçisi olarak beni tayin etmişti. Her yılın bu haftalarında, yani Haziran/Temmuz içinde bulgurluk buğday kaynatılırdı. Avluya kurulmuş iki veya üç kazanın ateşi ikindi vakti yakılır, tam karanlığa girilirken haşlanmış buğday kovalarla çekilip damdaki savanlara serilirdi. Bazıları bu işleme “Bulgur Kaynatmak”, kimileri de “Hedik yapmak” yahut “Hedik Kaynatmak” da derdi.
Bizde, amcamlarda ve halamlarda buğday kaynatılmışsa, ertesi sabah mesaiye başlardım. Dama çatılmış çamaşır çatallarından yararlanılarak yapılan ve Kızılderili çadırına benzeyen gölgeliğe sığınır; buğdayı kumrulara, serçelere karşı korurdum. Çamaşır Çatalını bilmeyenler vardır, anlatalım; orta yapılı adam boyunda, uç tarafı (Y) şeklinde dal. Dam boyunca gerili iplere serilen çamaşır, hele ıslakken, o denli ağırlaşır ki, ipin ortası yere doğru eğim yapar. İşte bu eğimi önlemek için, iki veya üç yere, dalın (Y) tarafı ipi kucaklayacak şekilde çatal dikilirdi.
Savanlara serilmiş buğday kumru ve serçeler için biyolojik mıknatıs gibiydi. Mübarek hayvanlar gruplar halinde öyle bir dalış yaparlardı ki, ucuna çaput (bez parçası) bağlanmış kargıyı birkaç dakika sallamadığım takdirde savanın yarısı temizlenebilirdi. Gerçi hayvancıklar da nasiplensin diye az biraz torpil geçerek ona kadar sayar, daha sonra kovardım.
Yanımda mutlaka toprak su testisi ve ile ağzına ters çevrilerek yerleşmiş bardak olurdu. Bir de ara-sıra yoklamaya gelen büyükler meyve, tatlı, dondurma cinsinden nevaleyi ihmal etmezlerdi.
O günleri andıkça, bazı şarkılar-türküler bugün bile kulağımda yankılanır. O yıllar Adana’nın çok zengin olduğu dönemlere denk düşer. Sanırım Türkiye’de en çok radyo-pikap-plak satılan yerlerin başında idi memleketimiz. Radyosunu, pikabını alan, konu-komşuya hava atmak için sonuna kadar açardı. Damda olunca da, her yönden gelen ruh gıdalarından ister istemez istemez kısmetlenirdim. “Asmalar da, aman kol uzatmış dallere – Hiç mi gülmeyecek benim de yüzüm – Ah yine yeşillendi fındık dalleri – Ah bıçak, kara bıçak, babam dükkan açacak…” gibi türkülerden tutun da, “Şeha bu suret-i ziba, sana Haktan inayettir – Ab-ü-tab ile bu şeb haneme canan geliyor – Visal-i yar ile mest ol, hayale dalma gönül…” gibi klasik şarkı ve gazellere kadar ne parçalar ezberlemiştim damlarda kuş beklerken.
Görev iki ya da üç gün sürerdi galiba. Birkaç kez okşanıp kuruduğuna kanaat getirilen ürün, beyaz çuvallara doldurulup damdan aşağı indirilirdi. Yarım çuval kadarı, bulgur değirmeni diyebileceğimiz dink’e gönderilmek üzere avluda bekletilirken önemli miktarı da “bermil” diye bildiğimiz, samanlı çamurdan yapılma, yaklaşık 200 kg kadar tahıl alabilen silocuklara yerleştirilirdi. Bu silocukların üstündeki dar açıklık ağır bir tahta kapakla korunurken, alttaki yumruk genişliğini geçmeyen delik de, burularak sıkıştırılmış bezlerle kapatılırdı. Ne fare,ne böcek, ne de rutubet olmazdı bermillerde.
Avludaki yarım çuval buğdayı bulgur haline dönüştürmek için gittiğim dink Saydam Caddesi’ndeydi. Taşımayı eşek sırtında ve bir buçuk mecidiye (30 kuruş) isteyen eşekçiye 25 kuruş teklifimin kabulü ile yapardım. Buğdayın yarısı pilavlık, yarısı köftelik çektirir ve yine bir eşekçi ile anlaşıp eve getirirdim.
Yıllar sonra bulguru bakkallardan almaya başladık. Olan, kuşlara oldu.