KAZMA KAZILIRDI

1950’li yıllardan sesleniyorum. Şubat sonundan itibaren yağışları takip eder, üç dört günlük güneşli süreden sonraki Pazar günü bağa giderdik. Anlaştığımız tek atlı, dört tekerli, yan ve arka tahtaları pırıl pırıl çiçek desenli araba erkenden gelirdi. Babaannem bez torba veya küçük çıkınlarda sakladığı biderleri, yani tohumları koyduğu hiç eskimeyen kavsara  kucağında, arabaya ilk binen olurdu.                                            Parantez açıyorum. Tohuma daha çok bider derdik ya, neden bider olduğunu bilmezdik. Özbekçe’ye merak saldığımda, bider için “biter” dediklerini öğrendim. Malum, bitkinin kök salıp büyümesine “bitmek”, verimli tarlaya da “bitek” denir. Nevşehir dolaylarından o türküyü bilirsiniz; “Tarlaya ektim soğan/Aman bitmedi, yedi doğan” diye başlar hani. İşte onun gibi. Biter, bize gelinceye kadar olmuş bider. Parantezi kapatmıyorum çünkü bir de kavsara dedik; bileni var, bilmeyeni var. Onu da anlatalım… Halen koruma altında bulunan ak ağaç dalları bir süre suda bekletilince karton kalınlığında şeritler halinde ayrılır. 3-4 santim enindedir genellikle. Aynı endeki şeritler, bir alttan-bir üstten dediğimiz dokuma usulü ile düzgün duvarlı, dörtgen tabanlı sepet haline getirilir. Hafif ve sağlamdır. Eskiden tulum peynirleri kavsarada korunurmuş. Parantezi kapatıyorum.

Eskiistasyona yakın evimizden, şimdiki Barkal Durağı’nının azıcık güneyinde bulunan bağımıza kırk-kırkbeş dakika içinde gelirdik. Kahvaltı ve öğle için kaynamış yumurta, helva, peynir, çökelek, zeytin gibi yiyecekler akşamdan hazırlanırdı. Taze ekmeği, bisikletleriyle gelen babam veya amcam getirir, yeşil soğan bağdan çekilirdi. Küçük amcam, gelir gelmez çardakta (Tahtadanyapılma, çinko çatılı bağ evi) saklanmış tulumbayı çıkarıp boruya monte eder, cerreyle getirdiğimiz suyu dökerek çalıştırırdı.

Babamın anlaştığı usta, üzüm teveklerini budamış, kestiklerini yığın haline getirmiş olurdu.Aynı kişi, havanın elverdiği günlerde toprağı at koşulmuş sabanıyla sürerdi. Yağmur-güneş nöbetlerinden sonra toprak kabarmış, büyüklerimizin deyimiyle, tavını bulmuş sayılırdı.

Mart içinde ekilen biderler Nisan sonuna doğru yeşerip boy atardı. Gel gelelim aynı zamanda çeşitli otlar da kaplardı toprağı. Ürünümüzü sağlama almak için otların yok edilmesi gerekirdi ki, çözümü kazmaydı. Kazma işlemine de “Kazma kazmak” denilirdi.

O yıllarda Adana-Tarsus  yolundan yarım saatte bir araç ya geçer, ya geçmez; gürültü sıfır. Uzak köylerden gelen horoz, sığır ve eşek sesleri ile gözlerime görsel konser veren yeşillikle gelen mutluluğu bugün tarif edemiyorsam, nedeni ellibeş-altmış yıldır bunlardan mahrum kalmamdır. Büyükler, yemek mızmızı olan benim bağda açılan ve gün boyu kapanmayan iştahımı hayret ve sevinçle karşılar, her ağızdan en az kırkar “Oh, oh maşallah!.. Afiyet olsun inşallah” dileği çıkardı.

Akşamdan hazırlanmış banadura (gerçek yerli, kocaman, mis kokulu, olağanüstü lezzetli; kıvamlı bol suyu nefis ötesi olanları şimdiki domatesle kıyaslanmaz. Ayırd etmek için banadura diyorum), biber, balcan, (patlıcan bizde  kitapçasıydı) şitilleri kazma yardımıyla açılan tava ve hatlara dikilirdi. Acebek, yer ayşesi, darı (o yıllarda mısır bizim için sadece ülke adıydı), süpürge darısı, bamya, nohut  gibi zerzevat Mart’ta, maydanoz, turp, tere gibi ürün tohumları Nisan’da serpilirdi. Babaannem çiçek tohumlarını kimseye emanet etmez, kendi ekerdi. En çok katmerli kirli hanım, çıtlık, ipek çiçeği ve mercan olurdu bağımızda. Beyaz ve kırmızı zambaklar kendiliğinde çoğalır, bu günlerde sıçramış olurdu…

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor