SOKAKLARIMIZDAN “LEHİMCİ” GEÇERDİ

Sene 1915; yani bundan 104 yıl önce… Birinci Dünya Savaşı patlamış, OsmanlıNIN BAŞI nice devletlerle dertte. Durumdan yararlanmak isteyen azınlıklardan bazıları da iç kargaşa çıkarma peşinde. Padişahımız Efendimiz bir fermanla Memalik-i Ali-i Osmani’de mukim (Yüksek Osmanlı memleketlerinde yerleşik) Ermenilerin bulundukları yerden başka illere taşınmalarını buyurmuş. Ferman, sadece İstanbul Ermenilerini ayrıcalıklı tutup “Yerlerinde kalabilirler” demiş.

Adana’nın merkezinde ve bir çok köyünde, Haçin’de (Saimbeyli), Sis’te (Kozan) on binlerce Ermeni vatandaşımız yaşıyor. O sıralarda, İngiliz-Fransız-Rus yüksek bürokratları, devletlerinin talimatı doğrultusunda bölgemizde Türk hakimiyetine son vermek üzere anlaşmış, ortak ve bireysel planlarını çoktaaan devreye sokmuş bile. 1909 Nisanında, iki taraftan en az 4000 kurban verilmesine neden olan İğtişaş’ın yaktığı kin ateşi henüz sönmüş fakat külü soğumamış. İslam ahali tarımla, askerlikle, namaz-niyaz ve zikirle vaktini değerlendirirken (!), gayrimüslimler ticaret, zenaat, üretim sayesinde paraya para demiyor.

Koşullar böyle iken ferman Adana’ya ulaşınca Ermenilere yol görünmüş. Sözü geçerli bir çok Müslüman “Yapmayınız, etmeyiniz… Bizim Ermenilerle asırlara dayalı dostluğumuz var. Biz onların yortularını kutlarız, onlar da bizim bayramımızı. Aramızda din kaynaklı en ufak bir sürtüşme yok.” diye başvurmuş ama ferman dediğin kılıçtan keskindir, işe yaramamış. Ağlaşmışlar, sarışmışlar, helalleşmişler ve göç olmuş.

Aradan bir ay geçömiş geçmemiş, bizimkilerin kalaya ve lehime ihtiyacı var ama işi yapabilen kimse yok. Çünkü bu tür bilgi-beceri isteyen işlerin tamamını Ermeniler yapıyormuş. Eee, Ermeni de yok… Haydaaa, akla hayale gelmeyen sıkıntı ortalığı kasıp kavurmuş mu kavurmuş. Evdeki mutfak eşyalarının en önemlileri, örneğin tencereler, tavalar ve sahanlar hep bakırdan. Belli sürelerde kalaylanması gerek; kalaylanmazsa, “Bakır çalığı” denilen bir zehir üretirler çünkü.

Dert o denli büyümüş ki, vilayet yetkilileri konuyu İstanbul’a iletip çare istemiş. Sonunda çare bulunmuş. İşi bilen ve askere alınmış olan Ermeniler askerlik görevini bölgemizde ve lehimci-kalaycı olarak sürdürmüş. Sürdürürken de, yanlarına çırak verilen açıkgöz gençlerimize de mesleğin sırlarını öğretmişler.

Lehim, iki metalin birbirine yapıştırılması anlamındadır. Arapça “Lehm”, yani et sözcüğünden gelir. Boşluğa ya da araya “et doldurmak, etlendirmek” anlamındadır.

Çocukluğumuzda helke, yani kova çok önemliydi. Tulumbadan çekilen su yemek için, temizlik için, saksı sulamak için helkeyle taşınırdı. Ne hortum vardı o zaman, ne hortumu besleyecek musluk, ne de musluğun iş göreceği sistem… Ayrıca bir çok gereç de tenekeden yapılırdı. Bunlar delindiğinde, bir şekilde yarıldığında lehimlenmesi zorunluydu. İspirto ocağı, gaz ocağı, ibrik ve parç (Suyu bir kaptan diğer kaba aktarmak için kullanılan tenekeden yapılmış kulplu, büyükçe maşraba) gibi gereçler, hatta damdaki çinko için sık sık lehim ihtiyacı doğardı.

Sokaklarımız hizmet erbabının geçit ve kazanç alanı sayılırdı. Seyyar satıcılar kadar, seyyar ustalar da her onbeş-yirmi adımda bir seslenerek geçerdi. Aralarında, lehimciler de vardı. Omuzlarınde gereç torbası, kollarında mangal, “Lehimci geldi, lehimciii!..” diye bağırırlar, abartısız her sokakta en az üç-beş kez çağrılırlardı.

Son kırk-elli yıldır lehimci beklendiğine ne tanık oldum, ne de duydum…

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor