TEK KURŞUN ATMADAN HURİ İÇİN VURULDULAR

Yobazların güçlenip ayaklanması üzerine Şah Rıza Pehlevi, 1979’da ülkesini terk edip meydanı Ayetullah Humeyni’ye  bıraktıktan hemen sonra İran inanılmaz bir değişime uğradı. Giyim ve yaşam tarzıyla batı dünyasını aratmazken, sadece haftalar içinde adeta karardı. 8 yaşından itibaren kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Uymayanlar sokak ortasında dayak yedi. Esasen güçlü olan mollalar artık yönetimin resmi sahibi olmuşlardı. Sabahtan akşama kadar televizyon ekranlarında yediden yetmişe, tüm İranlıları dinsel yönden daha çok etkilemeye çalışıyorlardı. Bana kalırsa, bu çabaları, halka huzurlu bir ahiret sağlamaktan çok daha fazla, kendi nüfuzlarını arttırmaya yönelikti

Molla demek, kanun demekti. İsteyip de yapamadıkları bir şey olduğunu sanmıyorum. Dış ve iç ticaret ellerindeydi. Güçleri o denli artmıştı ki, molla isterse arabası ters yoldan gidebilirdi.

22 Eylül 1980’de Saddam Hüseyin İranın belli bölgelerini işgal etti. İlk aylarda Irak’ın üstünlüğü belirgindi. Durum kötüye gidiyordu ve mollalar halkı vatan uğruna savaşa çağırmaya başladılar. Tanıdığım kadarıyla İran halkı vatanına, kültürüne son derece bağlı ve saygılı. Mollaların da özendirmesi üzerine, askerlik çağı dışındakiler bile eline silahı alıp cephelere koştu. Savaş uzun sürdü. Taassubu öne alan İran yöneticileri  batı dünyasına ters baktığı için bir de ambargo belasıyla karşılaştılar. Buna rağmen bir yandan savaşmaya, diğer yandan ülke içinde üretim ve dağıtım işlerini organize etmeyi sürdürebildiler. Çarpışmaların üçüncü ya da dördüncü yılıydı. O süre içinde hem Bağdat’a, hem Tahran’a gidip geliyordum. Her defasında da kamyona yüklenmiş şehit tabutlarının taşınmasına tanık oldum.

İran’da bir bakıma askeri ve ekonomik seferberlik vardı. Mollalar, şehit düşmenin öteki dünyadaki nimetlerini anlatmakla bitiremiyordu. Bir gezimde, mollaların ülkeyi ne hale getirdiğini anlatan İranlı tacirden dinlemiştim. Bazıları, şahadet şerbetini içenlerin kavuşacağı hurileri ballandıra ballandıra öyle bir anlatıyormuş ki, ergenliğe yeni adım atmış bazı gençler bile cepheye koşarak gidiyormuş. Bir süre sonra fark edilmiş ki, gencin amacı vatanı kurtarma değil, düşman kurşunuyla vurulup hurilere kavuşmak. Bu amaçla da, daha gider gitmez alnına kurşunu yiyebilmek için elinden geleni ardına koymuyormuş. Bakmışlar ki gençler telef olup gidiyor, durumu fark etmişler. Mollalar bu kez, huri şartını en az bir Iraklı öldürdükten sonra vurulmaya bağlamış. Bazıları da, düşürülen her ıraklıya karşı şu kadar bakire huri öldülü verileceğini ilan etmiş.

O savaş 18 Temmuz 1988’e dek, tam sekiz yıl sürdü. İki taraftan toplam bir buçuk milyona yakın insanın can verdiği yazılı. Her iki ülkenin petrol tesisleri defalarca bombalanıp tahrip edilmişti. Ekonomik sıkıntı

Iraklıyı da, İranlıyı da tam bir bunalıma düşürmüştü. Merhum Turgut Özal her iki ülke ile takas anlaşması yaptı. Gönderdiğimiz ürünün parasını Merkez Bankasında alıyorduk. Merkez Bankası da, devlet adına ithal edilen ürünler karşılığında yapıyordu tahsilatı.

İran askeri günümüzde Suriye’de. Merak ediyorum, onlar da kendini vurduruyor mu yoksa Karadenizlinin dediği gibi “Vurup, vurup vuruluyor mu?” Sonuçta, asla kazananı olmayan savaşlar insanlığın en gerçek yüz karası ve aynı zamanda geleceğinin felaketidir ve emperyalistlerin sahnelediği dram olarak sürmektedir ne yazık ki.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor