REŞAT NURİ, ADANA’NIN GRİP İLLETİNİ ANLATMIŞ

Cumhuriyet Dönemİnin büyük romancılarındandır Reşat Nuri Güntekin. Çalıkuşu, Miskinler Tekkesi ve Dudaktan Kalbe isimli eserleri kuşaktan kuşağa aktarılagelmekte. Merhum aynı zamanda Milli Eğitim müfettişi. Bu nedenle de Anadolu’yu sık sık gezmek zorunda. O yıllarda şehirden şehre yolculuk şimdiki gibi konforlu değil. Yollar deseniz, mevsimine göre; en iyi zamanda bile sıkıntılı. Her kentte temiz yataklı otel bulmak mesele… Merhum bu gezilerinden ilginç olayları “Anadolu Notları” isimli itabında toplamış. Bendeki, 1993 tarihli ve 17’inci basım.

Birkaç kez de Adana’ya gelmiş. Birinde, gribe fena yakalanmış. “Mevsim kış, ay kânunlardan biri…” diye başlıyor. Yani, ya Aralık, ya Ocak. Adana’ya Konya’dan trenle geldiğini ve gazetelerde bölgemizdeki menenjit ile grip olaylarından bahsedildiğini okuyor fakat “bu güneş illerinin gripi bizim İstanbul’un yaz nezleleri gibi biraz öksürüp aksırdıktan sonra geçip giden bir şey olacak” diye düşünüyor.

Sözün devamını Reşat Nuri Güntekin’e bırakalım: Adana sokaklarında, Seyhan kıyısındaki portakal ve limon bahçelerinde kış kavunları gibi biraz tatsız bir yaz tadı ve kokusu var. Ancak bu, öğle zamanlarına mahsus bir şey. Akşam yaklaşırken ya yağmur başlıyor, yahut da etrafı sis basıyor ve vücut sıtma nöbeti gibi, sıcakla soğuğun karışmasından doğma garip ürpertilerle titriyordu.

Grip, İstanbul gazetelerinin yazdığından çok fazlaydı. Yerli gazetelerde çıkan listede ölüm vakaları yirmi, yirmi beş olarak gösteriliyordu. Demek ki her gün gripten ölenlerin sayısı kırk, elliden aşağı değildi. Zaten bu gözle de görülüyordu. Öğle ve ikindi saatlerinde Seyhan Köprüsünden karşı kıyıdaki mezarlığa giden dizi dizi tabutlar uzaktan adeta bir kervan manzarası gösteriyordu. Mektepler, sinemalar kapanmış, kahvelerle hamamların eli kulağında. Şehirde aksırıp öksürmeyen yok… Birçok kimselerin burun delikleri o sene yeni piyasaya çıkan Pamflavin damlalarından sapsarı.

Sonradan öğrendiğime göre şehir, her yıl, bu mevsimde, bu senekine benzememekle beraber ufak tefek bir grip salgını geçirmiş. Sebep şu: Memleket yaz memleketi, güneş memleketi. Martı aşağı yukarı bizim illerin Haziranına, hatta Temmuzuna benziyor. Kendi Haziranında, Temmuzunda ise öyle günler oluyor ki havada uçan kuş bile birden bire vurulmuş gibi aşağı düşüyor. Eski evlerin çoğu iklimin bu icaplarına göre yapılmış. Pencereler şehrin serin ve rüzgarlı tarafına açılmış (*), odalar güneşin girmeyeceği yerlere saklanmış, yalınkat tavanlarda,döşemelerde, kapı, cam çerçevelerinde türlü türlü aralıklar, delik bırakılmış. Hasılı, dedelerin tecrübesi evi sıcaktan muhafaza için ne gibi tertibat icadedilebilmişse hepsi bunlarda mevcut.

Ev eşyası da tabii ona göre düzülmüş: halı ve şilte yerine hasır, yorgan yerine cibinlik. Sobaya gelince, onu hiç aramayın. Benim bulunduğum sene vali konağının sobası tütüyor, buna bir türlü çare bulunamıyordu. Sebep şu: şehirde adamaklıllı bir sobacı bulunamıyor. Elektrikçinin, yahut su borusu tamircisinin kurduğu sobadan ne olacak? Diğer cihetten (yönden) üç, beş meraklı memurun sobası kurulacak diye buraya bir sobacı dükkanı açılmasına imkan yok.

Hasılı kış burada birkaç haftalık misafir… “Biraz mangal kömürü filânla  nasıl olsa geçiştiririz” deniliyor. Ancak şu var ki, dünyanın bütün misafirleri gibi bu misafirin de bu teşkilatsız, hazırlıksız eve birkaç hafta konup geçmesi onu temelinden sarsmaya kifayet ediyor.”

(*) Çocukluğumuzda pek çok evin evin cephesi, serin rüzgar alabilmek için kıbleye, yani Güneye bakardı.

PAZARTESİ: REŞAT NURİ YATAĞA DÜŞÜYOR

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor