MART KAPIDAN BAKTIRIR

Çocukluğumuzun Adana’sındaki Mart’ları küçüklerin sokağa, büyüklerin avluya, ailelerin yazıya-yabana yöneldiği aydı. Sokaklar oyun alanımızdı. Motorlu araç nadiren geçerdi. Binek araçları daha çok at ve eşekti. Hayvan koşulmuş arabalar da, saatte, yarım saatte bir ya geçer, ye geçmezdi. Yazılı olmayan oyun ve eğlence zamanları vardı. Örneğin, fırındak (fırıldak, topaç)  zamanı geldiğinde kentin her sokağındaki çocuklar başka bir oyuna yüz vermezlerdi. Gulle (gülle) zamanı sadece gulle oynanır, yılan çizgisi döneminde de her tarafta çizilmiş kocaman daire başlı, uzuuun yılanlar üstünde zıplanırdı. Tapa zamanı geldiğinde, gazoz kapakları “mal” değeri taşır, oyunla elden ele geçerdi. Tapa gibi oynanan Kulüp de yine zamanı gelince çıkardı ortaya.

FERİŞTEK

Martla birlikte mahalle bakkalları sandıklar dolusu fırıldakları sergilerdi. Topaçı bilmezdik. Okula gittikten bir süre sonra dergilerde görüp bellemiştik fırıldak olduğunu. Fırıldak da demezdik. Fırındak dilimize daha iyi oturmuştu. Çevre ilçe veya köylerden göçmüş bazı arkadaşlarımız da Feriştek derdi. Bu sözcüğü hiçbir sözlükte bulamadım. Fakat seneler sonra Sayın devlet bahçeli AKP’ye karşı konuşmalarından birinde halka seslenirken “Öyle bir tokat vurun ki, feriştek gibi dönsün” demişti.

Kırbaç, bizim için arabacıların kullandığı kamçının adıydı. Kaytanımız vardı bizim. En çok ta uçkur ipliğinde yapılırdı. Kaytanı doladıktan sonra topacın taş fırlatır gibi atılmasına “atmaca”, hızla ileriye uzatılıp elin çekilmesine de “çekmece” derdik. Dişi sivri olanı elde hafif acı da oluştururdu ve bu tip fırıldak “elde demir” diye nitelenirdi. Dişi iyice aşınıp yuvarlanmış olanlar ise çok rahat taşınır ve “elde sinek” kabul edilirdi. En değerli topaç, hartlaptan yapılırdı ve dakkalıktı. Tabii diğerlerine göre pahalı sayılırdı. Hızla dönen topaç hafif siren sesi çıkardığında “Zınnıyor” derdik.

Zamanı geldikçe diğer oyunlardan da anılarımı arz etmeye çalışacağım.

AVLU YAŞAMI

Bu aydan itibaren yemek, çamaşır, bulaşık işleri içeriden avluya taşınmış olurdu. Kış boyu maltızdaki kömür ateşinde pişirilen yemekler, yağışlı günler dışında, artık avlunun bir köşesindeki ocakta kaynardı. İki ocak vardı. Büyüğüne kazan, küçüğüne tencere tava oturtulurdu. Kazan, çamaşır suyu ısıtmak, beyazları kaynatmak için haftada en az iki kez kurulurdu.

Avludaki yediveren asmayı, zeytini, gülleri, mandalina ve turuncu babam budardı. Yıllardır arayıp da bulamadığım sarı çardak gülümüz kızıl filizlerini pek hızlı salar, mart sonuna doğru yüzlerce tomurcukla gülümserdi. Uçuk sarı, çok güzel kokuluydu. Aralık sonuna kadar da açardı.

Tenekelere dikilmiş çiçeklerimizin bakımı da yine Mart işleri arasındaydı. Zambaklar, fullar, mercanlar, yaprağı güzeller, karanfiller, ıtırlar, şerif hatunlar elden geçer, toprakları değiştirilir, soğanlar şaşırtılırdı. Gübre bulmak pek kolaydı. Komşularımızdan beşinde at ve eşek ahırı vardı.  Hangisine gidip “Babamın selamı var ıcık gübre verecekmişin” desem geri çevirmez, o da selam söyleyip gönderirdi.

Martın kapıdan baktırdığı günler oldu ama biz ne kazma, ne de kürek yakmadık. Çünkü biz, mübarek Adana çocuğuyuz.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor