KİM OOO!..

“İyi” dedin mi iyi sayılır, kötülük, hele kalleşlik asla beklenmezdi. Aradan uzuuun, uzun yıllar geçti. 70 yıl filan olmuştur. Öyle ki, daha AKP ana rahmine düşmemişti bile. Mazot, benzin ucuzdu. Et-balık da ucuzdu. Ekmek de, meyve-sebze de ucuzdu. Apartmancılık bilinmiyordu. AMV duyulmamıştı bile. Adana’daki tek apartman Gelir İdaresi Binasıydı. İlâç için arasanız da başka apartman yoktu. Nurcular yakalanınca hapsi boylardı. Röntgen vardı fakat halk dilinde röntgen yok, “ayna” vardı. Ambülans da vardı ama “İmdat” diye bilinirdi. Her evin mutlaka avlusu olurdu. Avlunun vir köşesinde de, af edersiniz kenef, yani, alafranga yazılışıyla WC bulunurdu. Başta yediveren dölle (koruk asması), turunç, zeytin olmak üzere ağaçlar ve rengarenk çiçekler de olurdu.

İLÂÂAÇ!..

On-onbeş günde bir avlu kapımızı sırtında pompalı, silindirik deposu, elinde pülverizatörü (püskürtgeç) ile “ilaççı” çalardı. Kapıyı açar açmaz selâmsız-sabahsız “İlâââç!..” diye seslenerek tuvalete yönelirdi. O “İlâââç!” sesi aslında evdeki kadın-kız için “toparlanın” anlamındaydı. Belediye memuru olan İlâççı tuvaletten sonra, varsa, odun yığınının dibine de ilâç püskürtüRdü. Amaç, sivrisinekleri mahv-u-harab eyleyip sıtma belâsını defetmekti.

MAZOTMUŞ…

Görevlinin ve bizim ilâç diye bildiğimiz madde meğer mazotmuş. En başta mazotun, benzinin ucuzluğundan boşuna bahsetmiş değiliz. Gerçekten çok ucuzdu. Bir de amaca uygundu. İlâççı, yolu üstündeki hendeklere, göletciklere, lâğım rögarlarına da sıkar, sinekti, larvaydı hepsinin canına okurdu.

YANGIN YAKARDI

Beton kanallarla kanalizasyon sistemi yeni kurulmuştu. Belli aralıklarla demir ızgaralı rögarlar açılmıştı. İlâççı bazen bir kâğıt parçasını yakarak rögara atar atmaz üstüne mazotu sıktığında adam boyunu aşkın alevler demeti fırlardı yukarı. Biz çocuklar için muhteşem eğlence sayılırdı bu işlem. Görevliyi görünce bir araya gelir, birbirimizi “İlâççıya yalvarak, yangın yaktırak” diyerek toplanırdık. Çoğu kez ricamız kırılmazdı. Kudurgan alevler dalgalandıkça çocukça sevinç çığlıkları arasında “Yangın yanıyooor” diye bağırtılar duyulurdu. İşte tam da bu en eğlenceli anlarda her şeye karışan avare bazı büyükler, “Lan!.. Yaklaşmayın haa!..” diye müdahale eder, olmadı, kolumuzdan tutup fırlatırcasına geriye sürüklerdi. Gerçi geriye atılan her çocuk saniyeler içinde seki yerini alınca da “Kerhanecilere bak!.. Adam olmaz bunlar adam olmaz!..” diyerek uzaklaşır, biz de rahatlardık.

BİR MÜDAVİM DAHA VARDI

İlâççı gibi, on-onbeş gün arayla kapımızı Şabanaa (Şaban Ağa) çalardı. Kapıyı açtığımda o “Kim var?” diye sorarken annem de “Kim gelmiş oğlum?” diye seslenirdi. Adamın adını bilmediğimden sessiz kalmam üzerine annem gelir adamı selâmlardı. Şabanaa eğilirek, kısık sesle ertesi gün şafak vakti keseceği danadan et isteyip istemediğini sorardı. Bizde ekşili-nohutlu yuvarlacık bulgur köftesi ve içli köfte ayda en az birer kez yapıldığı için “dövmelik kaçak et” siparişini alıp gider, ertesi sabah erkenden de henüz soğumamış eti getirirdi.

TAŞ VE TOKMA

Yaklaşık kırka kırk boyutlarında, sekiz santim kadar kalınlığı olan mermer taşımız özellikle et dövmek içindi. Bir de, sağlam ahşaptan büyükçe tokmağımız vardı. Annem paketi açar açmaz benden mermerle tokmağı getirmemi ister, avlu ortasına serdiği savan üstünde eti dövmeye başlardı. Soğumadan dövülen et daha lezzetli olurmuş. Macun kıvamına gelmesi için yanlış anımsamıyorsam en az yarım saat kadar emek sarfederdi.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor